Bir taraftan Yırca’da kesilen 6 bin zeytin ağacı, Validebağ korusunun başına gelenler ve Ermenek’te madenci cinayetlerine üzülürken, öte taraftan da iki ay aradan sonra Jamaika’ya geri dönüp de sokağımızdaki ağaçların ondan fazlasının kesildiğini gördüm. Evimizin biraz ilerisindeki otel, duvarının dışındaki en az yirmi beş yılda büyüyen o güzelim ağaçları manzarayı bozuyor, taksiciler gölgesinde park edip arabalarını temizliyor, sonra da etrafı pisletiyorlar gibi beş para etmez gerekçelerle (Hoş, duran ağacı kesmenin beş para eden gerekçesi de AVM, Topçu Kışlası, termik santral oluyor galiba) kesmişler.
“Nedir bu ağaçların insanlardan çektiği!” diye serzenişte bulunan bir yazı yazmaktı asıl niyetim ama geri dönüşümüzün tam dokuzuncu günü bizim kızın ateşlenmesi ile bir anda gündemim değişti. Böyle evdeki hesabın bir türlü çarşıya uymadığı bir şey işte veletli hayat…
Ne ağaçları katleden zihniyete kızgınlığım ne de kesilip giden ağaçlara üzüntüm geçti ama bu sefer başka bir duygu çöreklendi içime: korku ve endişe.
Doğrusu pek evhamlı bir tip değilim (ya da öyle zannediyorum) ama özellikle Montego Bay Havalimanı’nda bizi de kimi başka ülkelerden gelenler (mesela Çinliler) gibi ayrı bir kuyruğa sokup, kayıt altına aldıktan sonra “önümüzdeki altı hafta içinde ateşiniz çıkarsa muhakkak doktorunuzu bilgilendirin” yazan bir kağıdı elimize tutuşturduklarında, ilk kez haberlerde okuduğumuz uzak ihtimal ebolanın aslında pek de o kadar uzak olamayacağını idrak ediverdim. Üç yaşında, oldukça hareketli Serena’yla 24 saate yakın süren yolculuğun yorgunluğu ve stresi ile artık bir an önce eve gidip ayaklarımı uzatma isteği içinde, doğru düzgün açıklama da yapılmadan bir kuyruk daha beklemeye sinir olmuş bir halde kendi kendime söylensem de sonrasında aslında bunun yine de iyi bir uygulama olduğunu düşünecektim.
Aradan geçen iki ayda kesilen ağaçların dışında Jamaika’da tek yenilik herkesin dilinden düşmeyen Chikungunya (Chicken Guinea) muhabbetiydi. Bizden önce Jamaika’ya dönen Jérôme, yanınızda uzun kollular getirmeyi unutmayın diye uyarmıştı ama bunun dışında hayatımda adını dahi duymadığım bu hastalığın daha ne olduğunu anlayana kadar Serena yakalanıverdi bile. Eh, başa gelince daha bir araştırmacı kesiliyor insan, kurcaladım interneti. Hastalar eklem ağrılarından dolayı bükülüp kaldıklarından hastalığa Afrika’da konuşulan Makonde dilinde ‘kuruyup bükülmek’ anlamına gelen ‘Chikungunya’ denmiş.
İlk kez 1820’lerde Hindistan’da görülmüş, 1952’de Tanzanya’da ortaya çıktıktan sonra virüsü tespit edilen chikungunya hastalığı geçen Aralık’tan beri 37 ülkede yaklaşık 795,000 kişiyi etkilemiş. Virüsü taşıyan iki tür sivrisinek var: Aedes albopictus ve Aedes aegypti. Gün doğumu ve gün batımının yanı sıra gündüzleri de ısırdığı belirtilen bu ikinci cins sivrisinek sarıhumma ve dang hummasının taşıyıcısı ama dang humması sadece insan ve maymunları etkilerken, Chikungunya kuşları, büyükbaş hayvanları ve kemirgenleri de enfekte edebiliyor.
Jamaika’da ilk vakanın görüldüğü Temmuz ortasından beri virüsün yayılışı geometrik artışla devam ediyor ve virüsün tepe noktasına henüz ulaşmadığı söyleniyor.
Biz de olabildiğince önlem almamıza karşın, bizimki bir şekilde kapmış virüsü. Cuma akşamüstü bir anda ateşi yükselmeye başladı, dizlerim acıyor dedi. Ben o anda bulmacanın parçalarını birleştirip, aslında bir gün önce bahçede arkadaşları oynarken (genelde beraber oynamadığı büyük çocukların varlığına yorduğum) oyuna katılmayışını, sonrasında scootera binerken bacağım yoruldu, deyip bırakışını, ertesi gün çorapsız giydiği ayakkabıların vurduğunu zannettiğim ayaklarının acımasını hatırladım. Bu hastalığın ateş, eklem ve kas ağrıları ile mide bulantısı, ishal ve kızarıklıklar gibi belirtileri var. İnternette ebola virüsünün de benzer belirtileri olduğunu görünce çaktırmamaya çalışsam da biraz telaşlanmaya başladım, ne yalan söyleyeyim. En çok da Ebola’nın belirtilerinin virüse maruz kaldıktan 8-10 gün arasında, yani tam da bizim yolculuk gününe denk gelmesi beni endişelendiriyor.
O sırada üç havalimanı değiştirdiğimiz yolculuğun her karesi film şeridi gibi gözümün önünden geçmeye başlıyor. Genelde takıntılı bir insan olabilecekken, en azından Serena’nın emeklemeye başladığı bol börtü böcekli Sri Lanka günlerinden beri hijyen konusunda saldım gitti. Öyle bir elinde ıslak mendil (kaldı ki çevreye verdiği zarar yüzünden olabildiğince az kullanmaya dikkat ediyorum bu tür şeyleri) her dakika çocuğunun orasını burasını silen bir anne olmadım. Ama eh be, Selen ortalıkta Ebola diye bir mahlûkat gezerken en azından uçak yolculuğu için de mi el dezenfektanı sıvılardan atıveremezsin çantaya, kim bilir saatler süren o yolculuk boyunca neleri elledi Serena, kaç kez nerelerde tuvalete götürdüm, yanımızda kim aksırdı, tıksırdı… Bir yandan doktora gitmeye hazırlanırken bir yandan da için için söyleniyorum kendime, anne olmanın “dayanılmaz suçluluk duygusu” içinde…
En yakın kliniğin acilindeki, koca koca açtığı mavi gözleri ve bir kez dahi gülümsemeyen suratı ile bırak Serena’yı bizi bile neredeyse korkutmayı başaran Kanadalı olduğunu düşündüğüm doktor internetten okuduklarımdan daha fazla bilgi vermeyerek içimize bir nebze dahi su serpemedi. Ebola da chikungunya da sonuçta virüsmüşler, ilacı yokmuşmuşlar… Bekleyinler, anti-enflamatuar içermeyen parasetamol tarzı şurup, ıslak havlu vs. ile ateşi düşürmeye çalışınlar, bol ve soğuk sıvı içirinler… Kızarıklıklar olursa şu kremi sürünler… Eee, ne yani bu çocuk? Yüzde yüz chikungunya diyebilmek için test yapmak lazımmış, testin sonucu 3 haftadan aşağı çıkmazmış, sonucu da kesin olmayabilirmiş, yapıp yapmamak bize kalmışmış. İstersek bize havalimanında verdikleri o numarayı arayabilirmişiz… Neyse doktor amca size iyi nöbetler biz evimize gidelim.
Neyse ki ertesi gün parasetamolun dozunu artırınca ateşi düştü, ama iki gün boyunca hayatında bir buçuk dakikadan fazla yerinde durduğu zor görülmüş bızdık oldu mu size bir pelte, 80’lik nineler gibi dizlerini tutarak yürümeler, yoruldum deyip yerinden kalkmamalar falan… Neyse olan bizim çizgi film diyetine oldu, oysa ne güzel Fransa’da olmayan televizyonun, Türkiye’de de bazen çalıştığını söyleyip, Jamaika’ya dönünce de artık çalışmadığını söyleyerek bir ara bayağı sardırdığı çizgi film olayını minimuma indirmiştik. O kanepeye uzanmaış, bilgisayarda masha, peppa pig ve trotro seyrededursun, ebola korkusunu, semptomların azalmasıyla zihnimin uzak köşelerine itelemeye başlayan ben de mutfakta on kaplan gücünde hamarat anneye bağlayıp, zencefilli-tarçınlı hayvan şekilli kurabiyeler, poğaça ve hayatımda ilk kez fırında ekmek yaptım, hem de tam buğday ununa.
İşin iyi yanı bu virüs insana hayatta sadece bir kez bulaşabiliyormuş. Ama yine de başkalarına bulaşmasın diye günlerdir evde hapis kalan Serena’ya bolca sprey sıkarak okula gönderdim beşinci günün sonunda (elbette doktorun da bilgisi dahilinde). Anlaşılan ya bizimkinin bağışıklığı fena değil, ya da çocuklar daha az etkileniyor, çünkü ölümlere bile sebep olan bu merete yakalanan yetişkinlerin çoğu haftalarca kendine zor geliyor, hatta uzun vadede arterit (eklem iltihabına) yol açabildiği de söyleniyor bu virüsün. Homeopati ve ayurvedanın önleyici ve tedavi edici nitelikte önerileri var, modern tıbbın ise semptomları azaltmak dışında bir çözümü yok henüz. Sivrisineklerin barınıp üremelerini engelleyecek ortamları yaratmamak ve sivrisineklerden kaçınmak dışında yapacak pek bir şey yok. Bu konuda bildik yöntemlere ek olarak mesela saksıların dibinde fazla su bulundurmamak, çöpe metal veya plastik kutu atarken içine su dolmasın diye delik delmek, bir de olabildiğince renkli, parlak kıyafetler giymemek önceden aklıma gelmeyen bu süreçte öğrendiğim makul öneriler arasında.
Bu konuda bir de Jamaika siyasi dedikodusu: muhalefet diğer Karayip ülkelerinde salgın baş gösterdiğinde Jamaika’da gerekli tedbirleri almamakla, ilaç stoğunu hazır etmemekle hükümeti suçlarken, Sağlık Bakanı’nın da chikungunya geçirenlerle empati kurabilmek adına keşke bende yakalansam bu virüse diye açıklama yaptığını okuyunca aratmıyorsunuz memleketimi diye geçirdim içimden.
Bitirmeden Kaan Ertem’in meşhur Erdener Abi’si vari bir de önerim var: Hani şu insanları, ağaçları katledenler, katledilmesine göz yumanlar var ya gün gelip devran dönünce vereceksin ellerine sinek öldürme aletlerini salacaksın Hindistan’a, Afrika’ya, Tropiklere yemeden içmeden bulaşıcı hastalık yayan sivrisinekleri teker teker yakalatacaksın. Asmaktan kesmekten daha faydalı değil mi sizce de?
Bu da dünyada kişi başına en çok albüm çıkan ülkelerden biri olan Jamaika’da 11 yaşındaki Wayne J’den chikungunya şarkısı için tıklayınız.