Eating Animals (Hayvan Yemek, Çev: Garo Kargıcı, Siren Yayınları, 2011) adlı kitabıyla vejateryen felsefenin, insanoğlunun yeme içme alışkanlıklarında neyi yanlış bulduğunu derinlemesine inceleyen Safran Foer’in söyleşilerinden, Elçin Gen tarafından yapılan ve Şubat 2011’de Birikim Dergisi‘nde yayınlanan derlemeyi alıntılıyoruz…
Türkçe’de Her Şey Aydınlandı ve Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın adlı romanları yayınlanan Jonathan Safran Foer, üç yıllık bir araştırmadan sonra gıda endüstrisini konu alan Eating Animals adlı bir kitap yayımladı. Aşağıda okuyacağınız söyleşilerden yapılan derlemede, Foer’in bu konudaki düşüncelerini bulacaksınız.
Foer’in, etik ve politik nedenlerle beslenme alışkanlıklarını değiştirmeye gösterilen direnç hakkında söylediklerini, günümüzde kabaca “boykot aktivizmi” olarak adlandırabileceğimiz, kitlesel bir negatif eylemliliğe bel bağlayan tüm hareketleri kapsayacak şekilde genişletmek mümkün. Çevre hareketi ve “hayvan hakları” hareketi, “boykot aktivizmi” örneklerinin başında geliyor: Küresel ısınmaya karşı uçağa binmemek, enerji kaynaklarını ve doğal kaynakları müsrifçe tüketmemek vs. salık veriliyor; hayvanlara uygulanan kitlesel zulme karşı hayvanları yememek, hayvanlardan elde edilen ürünleri tüketmemek salık veriliyor, veya hayvanlar üzerinde yapılan korkunç deneyler ifşa edilip, “hayvan testi” yapan şirketlere karşı boykot kampanyası başlatılıyor. Tüm bu hareketlerin dayandığı iki temel varsayım var. Birincisi, üretimden tüketime uzanan süreç kapalı kapılar ardına gizlendiği için, insanların bu sürecin ardındaki zulümden habersiz oldukları düşünülüyor (veya teknolojinin yıkıcı sonuçları yeterince bilinmediği için ona iman edildiği sanılıyor). Bunun mantıkî sonucu olarak da, bu süreci tüm çıplaklığıyla görseler, insanların en azından çok büyük bir kısmının buna karşı çıkacağı, tüketim yoluyla buna ortak olmayı reddedeceği varsayılıyor. Foer de söyleşisinde temelde bu varsayımı paylaştığına işaret ediyor: Sınaî çiftliklerin gözlerden bu kadar uzak olması, bu tür yerlere legal yollardan girmenin imkânsız olması, tam da bunun kanıtı ona göre. Peki sanayileşme ve işbölümü, üretim sürecinin tamamını gündelik hayattan bu şekilde ayırmadı mı, üretimden tüketime uzanan süreçte yaşanan zulümleri her alanda sözümona görünmez kılmadı mı?
Oysa Foer’in bahsettiği metinlerin pratikteki başarısızlığı, tam da bu öncüllerin büyük oranda temelsiz olmasından kaynaklanıyor: Birincisi, insanların çok büyük bir kısmı bu süreçlerden “habersiz” değil; örneğin hayvanları yiyen bir insanın, çiftliklerdeki uygulamaları tüm detaylarıyla öğrenip öğrenmemesi bir tarafa, hayvanların şu veya bu şekilde öldürülmüş olduklarını bilmemesi mümkün değildir (bir hayvanın öldürülmeye veya hapsedilmeye direnmemesi söz konusu olmadığına göre, salt bu eylemin bile başlı başına zulüm içermesi kaçınılmazdır). İkincisi, bir şeyi bilmek, o konuda negatif bir eylemliliğe geçmenin yeterli koşulu değildir; insanlar, bırakın başka canlılarla veya gelecek nesillerle empati kurmayı, kendi sağlıklarını bile umursamadan cep telefonu kullanmaya devam ediyorlarsa, onlardan uçağa binmemelerini veya hayvanları yememelerini beklemek abes değil midir? Veya tersi biçimde, hayvanlara zulmedilmesine karşı çıkmak için, o zulmü tüm detaylarıyla bilmek şart mıdır?
Bir politik müdahale olarak “ifşaat” stratejisi, ilk bakışta, görünmeyeni görünür kılar gibi görünse de, aslında herkesçe bilinen ama inkâr edilen şeyi ifşa ediyor. Zaten zurnanın zırt dediği yer de burası: İnsanlara aslında bildikleri, ama suçluluk duygusuyla bir biçimde rasyonalize veya inkâr ettikleri şeyleri tüm çıplaklığıyla göstermenin, onlara suçlu olduklarını hatırlatmaktan öte bir işlevi olamıyor. Bu da rasyonalizasyonu ve inkârı daha da pekiştirerek ters tepiyor. Ve görünmediği gerekçesiyle görünür kılınan zulüm veya yıkım o kadar büyük ki, insanların tek tek bireyler olarak bu gerçekliği kaldırabilmesi mümkün değil; tahammül edebilmenin tek yolu, onu rasyonalize etmek, böylece suçluluk ve acizlik duygusundan arınmak. En iyi ihtimalle, onca adaletsizliğin, zulmün ve yıkımın yanında bunu da hayatın bir başka gerçeği olarak normalleştirmek…
Artık, akla gelen her alanda tüm çıplaklığıyla ifşaatın sınırlarına vardığımız bir zamandayız. Bugün ister medyanın dezenformasyon kanallarından ister muhalif enformasyon veya sanat kanallarından olsun her şey sadece çıplaklığıyla akıyor. Seyircinin kayıtsızlığı, görünür kılınan vahşetin dozunun ve bilgi akışının artması oranında seferberliğin ve direnişin azalması, toplumla uğraşan her kesimin kafa yorduğu başat problem durumunda. Bir insan, sınaî çiftliklerde türlü türlü işkenceye maruz bırakılan hayvanların gösterildiği bir belgeseli yer yer bakamayarak izledikten sonra, neden hâlâ hayvanları yemeye devam eder? Sorunun iki açık cevabı var: Birincisi diğer herkes yediği, dolayısıyla çoğunluğa dahil olarak yaptırım görmediği için, ikincisi birey olarak kendi pratiğini değiştirmenin bu zulmü azaltmaya neredeyse hiç katkısı olmayacağını düşündüğü için.
İfşaat stratejisinin istemeden katkıda bulunduğu, ve ilk bakışta fark edilmeyen üçüncü bir neden daha var: Zulme uğrayanlar, kitleselleştikçe nesneleşirler. Bir sınaî çiftlik veya mezbaha görüntüsü (veya tasvirleri), tıpkı kitleler halinde gaz odalarına giden holokost kurbanları gibi, veya savaşlarda ölen isimsiz kurbanlar gibi, kitlesel bir kıyımın anonim kurbanlarını gösterir; laboratuvarlarda çekilmiş gizli kamera görüntüleri, her biri bakan açısından diğerinden farksız olan yüzlerce “hayvan”ın maruz kaldığı akıl almaz işlemleri gösterir. “Hayvan” kategorisi altında ve mezbaha ya da laboratuvar ortamında, tavuklar, inekler, domuzlar, fareler, tavşanlar gibi birbirinden çok farklı hayvan türleri kitleselleşirler. Hiçbir şey, olağanlaşmış tanımının sınırları dışına çıkmaz: Mezbaha hayvanların öldürüldüğü yerdir, inekler veya tavuklar insanlar yesin diye öldürülen hayvanlardır, mezbaha çalışanı hayvanları öldüren kişidir, doktorlar hayvanlar üzerinde deney yaparlar. Tıpkı televizyon ekranından şahit olunan açlık ve savaş görüntüleri gibi: Afrika kitlesel açlığın yaşandığı bir yerdir ve karnı şişmiş çocuklar bu açlığın kitlesel mağdurlarıdır; Ortadoğu savaşların yaşandığı bir yerdir ve üzerlerine bomba yağmış insanlar savaşın kitlesel mağdurlarıdır. Görüntüler böylece, seyredende infial uyandırması beklenen zulme ortak olur. Medya bu farkı iyi bilir; onun için, çatışmada ölen asker veya polislerle ilgili haberlerde, fotoğrafları eşliğinde kısa hayat hikâyeleri okunur, ölümlerinin büyük acı yaşattığı sevenlerinin yas görüntülerine yer verilir.
Normalde sorgulanmaya pek de gerek görülmeyen bir pratiğin, her kurban bayramında gündeme gelmesinin sebebi de belki budur. Kurban, ifşaat stratejisine bel bağlayanların düşündüğü gibi normalde görünmez olan zulmü görünür kıldığı için rahatsızlık yaratmaz. Bir yandan, bilinen bir gerçeğin inkârını olanaksız kıldığı için, ama bir yandan da, kurbanlarla bire bir temas ve ilişkiye yol açtığı, tanıdık düzeni bozduğu için rahatsızlık yaratır. Tanık oldukları kanlı görüntülerin ardından bir süre et yiyemediğini söyleyen insanlar vardır – ama sadece bir süre. Kurban, kanıksanmış nesne düzenini ihlal ederek inkâr mekanizmasının işleyişini sekteye uğratır: Mezbahalarda gıda nesnesi olarak kitlesel biçimde öldürülen hayvanlar, mesleği hayvanları öldürmek olmayan sıradan insanlar tarafından, hayvanların öldürülmesine tahsis edilmemiş mekânlarda, bireysel kurbanlar olarak öldürülürler.
Bütün bu söylenenler, ifşaatın tümden işlevsiz olduğu, malumu ilam etmekten ibaret olduğu anlamına gelmiyor elbette. “Hayvan hakları” meselesini üzerinde çok da kafa yormaya değer bir mevzu olarak görmediği anlaşılan Zizek bile, fareler üzerinde yapılan bir deneyden söz ederken, (belki de onun gibi bir yazar için manidar bir dil sürçmesiyle) deneyin ayrıntıları hakkında hiçbir şey bilmemenin iyi olacağını itiraf ediyor.
Ama mesele, insanları vicdanen rahatsız etmek değil, harekete geçirmekse, bu ayrıntıları göstermenin bu anlamda istisnaî örnekler dışında işlevi olmadığı belli oluyor. “Belki de insanlar için esas olan tahakkümün bilincine varmak değil, tahakkümden başka bir şeye adanacak bedenler edinmektir.” ( Jacques Ranciere)
Elçin Gen
Hayvancılık sektörü hakkında ayrıntılı olarak düşünmeye, 2005’te ilk çocuğunuz doğacağı zaman, yani sadece kendinizin değil başka birinin beslenmesinden sorumlu olacağınızı öğrendiğiniz zaman başlamışsınız. Bu konuyu araştırmaya karar verdiğinizde attığınız ilk adım neydi?
Aslında neyi hangi sırayla yaptığımı hatırlamıyorum ama ilk işim beslenme uzmanlarına gitmek oldu. Çünkü vejetaryenliğin çocuğum için sağlıklı olmadığını öğrenirsem bunu yapmayacaktım. Benim için hiçbir şey oğlumun sağlığından daha önemli olamaz. Ama gördüm ki, et endüstrisiyle şu veya bu biçimde ilişkisi olmayan her beslenme uzmanı, artık size vejetaryen beslenmenin, en azından et tüketimini ciddi oranda azaltmanın gayet sağlıklı olduğunu söylüyor. Çoğu uzman, et tüketmekten tümden vazgeçmenizi salık veriyor.
Sanıyorum bir sonraki adımım, New York’taki [çiftlik hayvanları barınağı] Farm Santuary’yi ziyaret etmek oldu. Esasen, söz konusu hayvanları tanımak istiyordum. Hayvanlarla ciddi anlamda zaman geçirmişliğim yoktu. Ve sınaî çiftlik uygulamalarının benim açımdan kabul edilebilir olup olmadığına karar vermeden önce, bu hayvanların kim ve ne oldukları hakkında fikir edinmek istiyordum.
Vejetaryenlik ve sınaî çiftlikler hakkındaki tartışmaların uzun bir geçmişi var. Bu tartışmalarda, sizin katkınızla tamamlanacağını düşündüğünüz eksikler nelerdi?
Ben bu konudaki tartışmaların pek de canlı olduğunu düşünmüyorum. Gıda üzerine çok yazılıp çizildi, bunların bazıları eti de konu alıyor, ama okuduğum kitapların hiçbiri hedefi on ikiden vuracak bir tartışma üslubuyla yazılmamıştı. Hayvanları yemeyi odağına alan felsefe kitaplarını okuyan, hepsi de çok iyi ve duyarlı olan çok sayıda insan var ve hiçbiri alışkanlıklarını değiştirmeye ikna olmuyor. Çünkü yemek sadece mantıkla, akıl yürütmeyle ve istatistiklerle ilgili bir şey değil.
Kitabın başarılı olduğu noktalardan biri de, işin pratik boyutu: İnsan, bu kadar enformasyonla gerçekçi bir biçimde ne yapabilir? Felsefe çalışmalarındaki gibi, mantıksal açıdan tıkır tıkır ilerleyen savlar öne sürme derdiniz olmadığından, kitabınızda bazı gedikler bulmak eleştirmenler için daha kolay olmuş olmalı.
Aslında ben tıkır tıkır ilerleyen savlar ortaya koyduğumu düşünüyorum. Sadece, meselenin tartışılmasında bunlardan fazlasına ihtiyaç olduğu kanısındayım. Sınaî hayvan çiftliklerini savunan hiçbir mantıksal argüman olamaz – en azından ben şu ana kadar karşılaşmadım, üstelik bu konuda uzun süredir araştırma yapmama rağmen. Pek çok imza ve okuma günününe katıldım, her türden dinleyiciyle karşılaştım. Her seferinde “Biri çıkıp sınaî çiftikleri savunan mantıklı bir tez ortaya atarsa çok memnun olacağım” diyorum. Henüz böyle bir şey olmadı, çünkü böyle bir tez yok.
Kitapta, et endüstrisi hakkında yazdığınızı duyanların vejetaryenliği savunan argümanlar geliştirdiğinizi varsaydıklarını, bunun da tuhaf bir gerçeğe ışık tuttuğunu yazıyorsunuz: Herkes, et endüstrisi hakkındaki kapsamlı bir araştırmanın endüstriyi kötü göstereceğini varsayıyor. İçten içe kötü olduğunu zaten bildiğimiz bir endüstriye neden tahammül gösteriyoruz?
Bunun pek çok sebebi var.Bir kere, kötülüğün özünü biliyoruz ama ayrıntılarını bilmiyoruz; ve burada şeytan tam anlamıyla ayrıntılarda gizli. Çoğu insan sınaî çiftiklerin kötü olduğunu biliyor, ama hayvanların %99’unun bu çiftliklerde yetiştirildiğini bilmiyor. Çevre üzerindeki tahribatın, hayvanlara uygulanan zulmün ne kadar sistemli olduğunu bilmiyorlar. Bunlar et endüstrisindeki çürük elmalardan, istisnalardan ibaret değil; mesele bir veya birkaç sadist işçi veya yanlış çalışan makine değil. Kötü olan, planın kendisi, endüstrinin tasarlanma biçimi.
İkincisi, yemek, doğru ya da yanlış diye bildiklerimizi aşan bir mesele. Yemek, bizim kimliğimiz ve kültürümüz. Malum, hastalandığınızda tavuk suyuna çorba içersiniz; bu, anne babanızın, dede ve ninelerinizin yemeğidir. İşin bu boyutunu tartışmanın dışında bırakanlar hep başarısız oldular.
Kitapta çok sayıda istatistiksel veri mevcut. Sizce bunlar içinde, endüstrideki zulümlerin farkında olan insanlar açısından bile en şoke edici olanı hangisi?
Bunu söylemek çok zor, şokun çok çeşitli biçimleri var. Yediğimiz hayvanların %99’u sınaî çiftliklerde yetiştiriliyor. Bu sektör, küresel ısınmanın başat sebeplerinden biri. Dünyada sera gazı yayılımının %51’inden sınaî çiftikler sorumlu. Bu rakamlar çok çarpıcı. Hindilerin artık cinsel yollarla üreyemediğini öğrenmek de çok çarpıcı.
Açıkçası, araştırmam sırasında öğrendiklerimin hiçbiri olumlu değildi. Hayatta pek çok konuda gri alanlar vardır; burada yok. Et endüstrisinin çevre üzerindeki tahribatını, hayvanlar üzerindeki ve insan sağlığı üzerindeki etkilerini, hayvanların zekâ ve hissetme yetilerini öğrendiğinizde, durumun düşündüğünüzden iyi olduğunu çıkarsamanız mümkün değil. Bu verilerin hepsi, durumun düşündüğümüzden daha kötü olduğunu gösteriyor bize. Her zaman. Bunları öğrenmek için üç yılımı harcadım, ve sürekli, öğrendiğim her yeni bilgiyle durumun düşündüğümden daha kötü olduğunu anladım.
Eating Animals ister istemez Amerikan et sektörüne odaklanıyor. Araştırmanız sırasında, koşulların daha iyi olduğu ülkeler bulunduğunu gösteren verilere rastladınız mı?
Hiçbir yer Amerika’dan kötü olamaz, orası kesin.Amafarklılık çok da büyük değil. Örneğin, bir ay sonra İngiltere’ye gideceğim. Amerika’da tavukların yüzde 99’u sınaî çiftliklerde yetiştiriliyor, Britanya’da bu rakam yüzde 95. Amerika’da domuzların yüzde 83’ü sınaî çiftliklerde yetiştiriliyor, Britanya’da yüzde 68’i. Yani durumun Amerika’dan iyi olması, gerçekten iyi olduğu anlamına gelmiyor.
Kitabınızda birkaç yerde hayvanların çektiği acılarla insanların çektiği acılar arasında paralellik kuruyorsunuz: Savaş metaforu var, köleliğe, hatta soykırıma gönderme var. Madem hal böyle –yani bu ikisi arasında bir süreklilik mevcut– hayvanlar hakkında yazmak neden? Bu dolaylı konu yerine, insanları doğrudan etkileyen konular hakkında yazmak daha makul olmaz mı?
Küresel ısınmanın baş müsebbibinden bahsediyorsak, bunun dolaylı bir konu olduğu söylenemez. Veya bu, AB verilerine göre, yeryüzündeki yerel veya küresel bütün çevre problemlerinin ilk sebeplerinden biriyse… Benim bu kitabı, sadece “insanlar için hangisi daha iyidir” sorusunu odağa alarak yazmadığım ortada, ama bu soru kitapta önemli yere sahip. İnsan bir konuya duyarlı olduğu zaman, başka konulardaki duyarlılığı bir yana bırakması gerekmez. Bir konuya duyarlı olanlar genelde pek çok konuya duyarlı olurlar.
Gelgelelim, bu argümanın gerçek bir argüman olduğunu düşünmüyorum. “Açlıktan ölen çocuklar varken hayvanları mı düşüneceğiz?” sorusunda bir samimiyetsizlik var. Bunu soranlar, genelde, açlıktan ölen çocukları doyurmak için bir şey yapıyor değildirler. Sırf kolay bir sıkıştırma hamlesi olduğu için söylenir bu.
Hayvanların insanlardan daha çok ilgiyi hak ettiklerini mi düşünüyorum? Elbette hayır. Soykırımlarla ilgili, veya Afrika’yla ilgili iyi kitaplar yayınlanmış olduğunu düşünüyor muyum? Evet. Ama etle ilgili çok sayıda iyi kitap yok. Bir sorunun ele alınması gerektiğini düşünmek için, o sorunun dünyadaki en büyük sorun olduğuna inanmanız gerekmez.
Başka bir yerde, insanlar yiyecekleri hayvanı kendileri öldürseler et yemelerinin meşru olacağı düşüncesini ikna edici bulmadığınızı söylemişsiniz. Hatta bu fikri “çok aptalca” bulduğunuzu belirtmişsiniz. Peki, mevcut piyasada en büyük sorun tam da sebep ile sonuç arasındaki bu kopukluk değil mi?
Evet, bu bir sorun. Ama bu fikir biraz şuna benziyor: İnsanları kendimiz öldürmek zorunda kalsak, öldürmezdik. Bu doğru olabilir, ama öldürmeyi seçersek bunun meşru olduğunu söyleyebilir miyiz? Bence meşruiyet peşindeysek hayvanları kendimiz öldürmek yerine bir mezbahayı veya sınaî çiftliği ziyaret edelim. Yüzlerce hayvanın nasıl sıkış tıkış yaşatıldığını görelim. Fakat sorun şu: Gidip bir hayvanı öldürmek, bir mezbahayı ve hayvan çiftliğini ziyaret etmekten çok daha kolaydır.
Bu kitap üç buçuk yıllık bir araştırmaya dayanıyor. Bu süreçte pek çok mezbaha, sınaî çiftlik ve işleme tesisi gördüm, buralarda hayvanların yaşadığı koşullara tanık oldum. Ama işin asıl ürkütücü yanı, tüm bu tesisleri yasal yollardan ziyaret etmenin imkânsız olması ve hayvancılık endüstrisinin çok sıkı güvenlik önlemleriyle korunmasıydı. 11 Eylül’den sonra ABD hükümeti hayvan çiftliklerine izinsiz girmeyi terör suçu haline getiren bir yasayı yürürlüğe soktu. Bunun en iyimser yorumu şu olurdu: Hükümet, teröristlerin gıda kaynaklarımızı zehirlemesinden endişe ediyor olmalıydı. Ama işin aslı, hayvancılık endüstrisi bugün tam da bunu yapmaktadır: ABD nüfusunun %76’sında gıda zehirlenmesi görülmektedir. Yeryüzündeki büyük çevre felaketlerinin her birinden sınaî hayvan çiftlikleri sorumludur. Hiçbir terörist bu kadar ileri gidemez.
Bugün bu tür tesislerin çevresindeki güvenlik önlemleri, insanların buralara girip hayvanları çalmasını veya hayvanların tesislerden kaçmasını engelleme niyetinden kaynaklanmıyor. Bu önlemler ve yasalar, bizim gibi insanlardan duydukları korkudan kaynaklanıyor: Endüstri, insanların buralarda neler olup bittiğini, tabağımızdaki yemeğin soframıza gelene kadar geçirdiği aşamaları ve bunun dünya üzerindeki yıkıcı etkilerini görmelerini istemiyor. Bu kitabı yazarken pek çok defa içimden “Neden bunu yapıyorum?” diye geçirdim. Çünkü ben bir roman yazarıyım, vaktimi çok daha iyi şeyler için harcayabilirdim. Ama bu üç buçuk yıl boyunca ne zaman şevkim kırılsa, o kapalı kapıları düşündüm ve aklıma gelen görüntüler beni o kadar öfkelendirdi ki devam edecek gücü bulabildim.
Büyük şirketlere savaş açmak, kampanyalar düzenlemek bir tarafa, vejetaryenlerin karşılaştığı en büyük sorunlardan biri de ailelerini ve yakın çevrelerini etik tercihleri konusunda ikna etmektir. Bu konuda bir tavsiyede bulunabilir misiniz?
Benim, etrafımdaki insanları eğitmek veya et yememeye ikna etmek gibi bir niyetim yok – en azından dolaysız biçimde. Çünkü bire bir tartışmalarda karşınızdaki insanı sorunun odağı haline getirdiğinizde hiçbir zaman başarılı olamıyorsunuz. Birini beslenme alışkanlıklarını değiştirmeye ikna etmeye çalıştığımda hiçbir zaman başarılı olamadım, bu yüzden bunu yapmaktan vazgeçtim. Bence iyi sonuç veren taktik, biri size neden et yemediğinizi sorduğunda dürüst bir biçimde bunu açıklamak oluyor. Karşınızdaki “Neden hamburger yemiyorsun” diye sorduğunda, “O hamburgerin nasıl üretildiğini biliyor musun” diye sormak hiçbir zaman iyi sonuç vermiyor. Bunun yerine, “et endüstrisinin çevreye ve hayvanlara verdiği zararı anlatan bir yazı okudum bu yüzden daha az et yemeye çalışıyorum” diyebilirsiniz.
Elbette ben hiç et yemiyorum, ama vejetaryenlik tartışmasında bunu bir “ya hep ya hiç” meselesi haline getirmek iyi bir taktik değil. İnsanlar hayvanlara uygulanan zulme de endüstrinin çevre üzerindeki tahribatına da kayıtsız değiller, ama ikiyüzlü olarak damgalanmaktan çekiniyorlar. Çünkü vejetaryenliği gündeme getirdiğinizde insanların aklına hemen “Peki ayağındaki ayakkabı deri değil mi?” veya “Geçen gün ağzına kaçan sinek ne olacak?” gibi sorular geliyor. Bunlar çok saçma ama tartışmada hep meşru sorularmış gibi gündeme geliyor. Mesele, mükemmelliği yakalamanın imkânsız olmasının, etik davranmaya çalışmayı engellememesi gerektiğini görmek. Bu tartışmaların en tehlikeli yanı konuşmanın hep aşırı uçlara kayması. Oysa başka etik sorunlarda böyle olmuyor. Örneğin yalan söylemenin ahlakî bir şey olmadığını kabul edersiniz, ama bir kez mecbur kalıp yalan söylediğinizde “Tamam, bundan sonra hep yalan söyleyeceğim” demezsiniz. Yemek konusunda da bu böyle. Önemli olan önümüzdeki seçeneklerin ve daha iyisini seçebilme yeteneğimizin farkına varmak. Aslında insanları duyarlı olmaya ikna etmeniz gerekmiyor, zaten sahip oldukları duyarlılıklara binaen harekete geçmeye ikna etmeniz gerekiyor.
Birileri bir noktada muhakkak size “Bitkilerin acı çekip çekmediğini nereden biliyorsun?” diye sormuş olmalı…
Bu soru genelde “Havuçların çığlığını duymuyor musun?” şeklinde soruluyor. Açıkçası bitkilerin acı çekip çekmediklerini bilmiyorum. Ama sizin de acı çekip çekmediğinizi bilmiyorum, bu konuda sadece varsayımda bulunuyorum. Varsayımlarımız da kanıtlara ve bilime dayanıyor. Bilim bize başka insanların da bizimkine çok benzeyen şekillerde acı hissettiği yönünde pek çok kanıt sunuyor. Aynı şekilde, örneğin bir köpeğin, bir domuzun veya bir ineğin, kendisine tekme atılmasını istemeyeceği yönünde pek çok kanıt sunuyor. Veya, oltanın ucunda çırpınan bir balığın, hayatta kalmak için çırpındığı ve acı çekmekte olduğu izleniminin yanlış olmadığını, sinir sisteminin yapısının, acı çektiğine inanmamıza yetecek kadar insanınkine benzediği yönünde kanıtlar sunuyor. Bitkilerin acıyı hissettiklerine dair bir kanıt yok, bunu varsaymamızı gerektirecek bir tepkileri de yok.