Bizim kız üç yaşında sinemaya gitmeye başladı, tabii ki benim sayemde (ya da yüzümden)! İlk gittiği film Uçaklar filminin ilkiydi. Çok çok beğendi, haftalarca dilinden düşürmedi, olağanüstü bir tecrübeydi onun için ve müthiş zevk almıştı. Bunun üzerine ne zaman “Ne yapmak istersin bugün?” sorusunu sorsam, “Yine sinemaya gidelim anne.” cevabını aldım. Acaba iyi mi yapmıştım?

Çevremdeki çocuklu arkadaşlarıma “Gülse çok seviyor, siz de gidin, deneyin” gibi önerilerde bulundum. Her çocuk aynı tepkiyi vermiyordu tabii, bazısı sevdi, bazısı korktu, bazısı sıkıldı ama bizimkinin tutumu hiç değişmedi. Sinemayı çok seviyordu. Ardından Disney filmlerini, içeriklerini, vizyona giriş tarihlerini takip etmeye, eski filmlerin DVD’lerini edinmeye başladım. Hafta sonu bir günü yeni bir filme ayırıyorduk. Hep birlikte mısır patlatıp oturup izliyorduk. Arada bir de, iyi filmler olursa sinemaya gidiyorduk. Özellikle gittiğimiz Frozen (Karlar Ülkesi) bizimkinin en sevdiği film oldu.

Sonra bir gün bir mağazada dolaşırken Miyazaki’nin Komşum Totoro ve Cadı Kiki filmlerinin Türkçe dublajlı DVD’lerini buldum. Gülse’ye Cadı Kiki’yi izlettirmiştim çok da sevmişti ama o zaman orijinal dilinde izlemek zorunda kalmıştık. Türkçesi olursa daha da ilgisini çeker düşüncesiyle aldığım gibi eve gelir gelmez izlettirmek istedim. Hiç beğenmedi. “Neden o cadı kısa saçlı? Neden elbisesi uzun değil? Neden prens yok?” gibi sorularla kafasına Disney film dünyasının çoktan inşaa edilmiş olduğunu fark ettim. Bu, beni biraz korkuttu.

Okul öncesi dönemde olan bir çocuğun Disney dünyasının pekiştirdiği tektipleştirilmiş kimlikler ile karşılaşması ne kadar doğruydu? Çocuğum küreselleşen ve tüketen dünyada bu tektip karakterleri arayacak ve hep doyumu bunlar ile mi sağlayacaktı? Hatta bu karakterlerin elbiselerine, oyuncaklarına, kalemlerine, defterlerine, t-shirtlerine sahip olduğu zaman mı mutlu olacaktı? Bu ona yetecek miydi? Daha da fazlasını mı isteyecekti? Disney’in yarattığı Amerikan rüyası düşüncesini mi benimseyecekti?

Çocuğumun zamanını örgütleyen, nasıl mutlu olunacağını öğreten, nasıl eğlenileceğini, nasıl giyinileceğini belirleyen medya devi Disney, kitlesel üretimi kişiselleştirmek iddiasıyla hayatımıza girmişti bir kere. O filmde bizim kız prenses olandı ve öyle giyinmeli, öyle konuşmalı, onun oyuncaklarıyla oynamalıydı.

Bu devin bir tutsağı olan bizler artık aynı ürünün farklı versiyonlarını edinerek mutlu olmaya başladık. Filmini izlediğimiz ve koşarak oyuncağını aldığımız ardından yetinmeyip baskılı, boyalı tshirt’ünü her yerde sorduğumuz, kostümünü taa nerelerden getirttiğimiz, toksik oyuncaklarını almak için diğer annelerle kasalarda savaş verdiğimiz bir hale geldik. Bu ileri derecede ticarileşmiş (hypercommercialism) durum aslında sineğin yağını çıkaran ya da ölü eşeği boyayıp babasına satan Disney’in cebine yararken biz “Aybaşını nasıl getireceğim?! aman neyse çocuğum mutlu” dedik ama dönüp bakınca mutlu olmadığını gördük. Bu senaryonda mutlu olmak tüketmek ile ancak mümkündü. Peki, kaybettiklerimizin yanında kazancımız neydi?

Ürün zincirlerinin ardı arkası kesilmezken televizyon kanallarında, yollardaki billboardlarda, dergilerde, kitaplarda reklamlarını görmeye başladık. Kaçmak istesek de artık kaçacak yerimiz kalmamıştı. Küresel boyutta egemen konumdaki medya ve eğlence dünyası Disney, bizim için neyin iyi olduğunu bizim yerimize düşünmüştü. Çocuğumun gündelik yaşam ideolosini benim yerine belirler konuma gelen Disney, hedef kitlesini doğduran kendisine bağımlı hale getirmeyi başarmıştı.

Eğlence dünyasında egemen olan Disney, hayat düzenini oluşturmada da önemli bir üstünlüğe sahipti. Aynı, ekonomik alanda egemen olan ülkelerin gelişmekte olan ülkelere uyguladığı gibi, üstünlük üstün olanındı. Geleneksel olana övgü yapmak istememekle beraber çocuğun Karagöz ve Hacivat’ı bilmiyor oluşu Disney’in suçuydu. Artık tüketim kültürüyle kuşatılmış bir çocukluk yaşayan çocuklarımız vardı, hep istiyor, hep istiyorlardı. Saçlarını Minnie gibi, elbiselerini Elsa gibi, arabalarını Şimşek gibi, sihirli güçlerini Sofia gibi, ayakkabılarını Tinker Bell gibi, tacını Cindirella gibi, kovboy şapkasını Woody gibi isteyen çocuklarla doluydu her yer, ne bu ürünler eğlendiriciydi ne de bu çocuklar masumdu artık.

Sonra bir uyandım bu bir rüyaydı. Derin bir ohh çektim ve “haydi Gülse koruya gidelim” dedim.