1978 Eskişehir doğumlu Ayşegül Okan Sağlam, yüksek lisansa dek tüm eğitim hayatını memur kenti Ankara’da sürdürdü. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdikten sonra bozkırdan Boğaz’ın serin sularına dalası geldi ve Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nde yüksek lisansa başladı. Halen bir türlü yazmadığı, yazamadığı bir tez ile bu okuldaki doktora kaydı sürüyor. Uzun yıllar üniversitede asistanlık yaptıktan sonra kendini tarihi yarımadaya attı; beş yıldır bir müzede arşiv yöneticisi olarak çalışıyor. 2,5 senedir Koray adlı sabırlı adamla evli.

Kaç yaşında anne oldunuz? Planlı mıydı?
Doğrusu ben planlı hamilelik diye bir olgunun varlığını hamile kaldıktan sonra öğrendim. İnsanlar “önümüzdeki eylül, ekim aylarında hamile kalmayı düşünüyorum” diyor ve ona göre vitaminlere, gıdalarına dikkat etmeye başlıyorlarmış. Benim hamileliğim böyle değildi. Evlendikten iki üç ay sonra eşim askere gitti. Taaa Urfalara… Ben de birkaç kez onu ziyarete… Kızımızın tohumlarını Urfa’da atmışız yani. Oldukça tesadüfi bir hamilelikti benimkisi. Ama çocuk istiyorduk. Yeni evliydik ama yaşımız 35’e merdiven dayamıştı. Ben 33, eşim 35’ti. “Olursa olur” gibi kaderci bir yaklaşımımız vardı. Bu nedenle hamilelik haberi bizi (özellikle eşimi ziyadesiyle) şaşırtmakla birlikte oldukça da mutlu etti. Üzüldüğüm tek nokta folik asitsiz bir çocuk dünyaya getirecek olmamdı. 🙂 “Ya çocuğum yaşıtları kadar zeki olmazsa” kaygısı (ne kadar gereksiz olduğunu ileride anlayacaktım) bu macera süresince yaşadığım ilk gerginlikti.

Hamilelik süreci nasıl geçti?
İlk 16 hafta kitabî bir biçimde mide bulantıları ve kimi gıdalara isteksizlikle geçti. Hayatımda ilk defa “tatlı benden uzak olsun” diyor, çikolatayı görmeye dayanamıyordum. Doğuma kadar çikolata en nefret ettiğim şey olarak kaldı. Sonlara doğru birkaç tatlı çeşidiyle ancak barışmıştım. “Ye ekşiyi doğur Ayşe’yi” sözü bende onaylandı ve bir kız çocuğuna hamile olduğum haberini 16. hafta doktorumdan aldım.

Mide bulantılarını görece rahat atlatıyordum. Kepekli ekmeğe peynirli tost en yakın arkadaşımdı. Ara öğünler yapıyordum tostla kendime. Sütü abartmıştım, her gün yarım litre içiyordum. Bu ilk 5-6 ayda 10 kilo almama sebep oldu. Doktorların kilo aldıkça hamile kadınları hafiften (bazen açıktan) azarladığını bu vesileyle öğrendim. Hamile dediğin kilo alır diye bilirdim oysa; kim neden karışırdı ki…

Bir dönüm noktası 20. haftada girdiğim detaylı ultrasondu. Karşımızdaki profesör bize iki bulguyla karşılaştığını, bunların kromozom bozukluğu göstergesi olabileceğini söyledi. İşte geçirdiğim 40 haftanın en zor, en gergin üç günü o süreçti. Henüz kızımın varlığını karnımda hiç hissetmemiştim, tekmesini duymamıştım. Dört gözle o günleri bekliyordum ve bir doktor bana bebeğin hasta olması ihtimali olduğunu, bir an önce amniyosentez olmam gerektiğini, onun sonucuna göre 24 hafta dolmadan düşük yapabileceğimi… vs anlatıyordu. Korkunçtu! Ben dağılmıştım, eşim dağılmış ama çaktırmamaya çalışarak bana destek olmaya çabalıyordu. İlk kararım amniyosentez olmamaktı. Ben biliyordum, her şey iyiydi. Sonra internetin korkunç ellerine düştüm ve saçma sapan bir sürü bilgi yüklendim kendime. Üç gün sonra peki doktor ne zaman yapıyorsunuz dedim adama. Ama o, bu süreçte benim ikili ve entegre testlerime bakmış, bebeğin hasta olmasının çok düşük bir ihtimal olduğuna karar vermiş, dolayısıyla amniyosentez yapmaktan vazgeçmişti! Oh la la… Daha hafifletici hiçbir şey olamaz 🙂 Kızımız iyiymiş…

Hamilelik boyunca üç doktor değiştirdim. Artı bir de bu profesör. İlk doktorum iyi bir özel klinikte, hatırı sayılır bir ün yapmış, iyi insan ilişkileri olan ve hekim bilgisine güvendiğim ama ne yazık ki “tuzu kuru” bir doktordu. Bana doğumu anlatırken bir tarlada tek başıma da olsam bunu gerçekleştirebileceğimi söylemişti. Peki o zaman o yüksek ücretler neden doktorcum?.. Ben de onun verdiği bu bilgiyle madem her yerde, her şekilde doğurabilirim, madem bu bir by-pass, bir skolyoz ameliyatı değil o zaman gidip devletin kapısını çalayım dedim. Gidip bula bula tıp fakültesinin kapısını çaldım. Birkaç muayeneyi hatırlıyorum. Ben sedyede uzanmışım. Doktorum ve yanında en az beş altı asistan hep birlikte ultrasonun başındalar. Ben orada bir modelim onlar için. Hamileyken pek hoş gelmiyor bu durum insana. Biraz daha özel hissetmek, biraz daha mahremiyet, biraz daha doktorla muhabbet istiyorsunuz. Neticede tekrar arayışlara başlamak zorunda kaldım.

Hamileliğim boyunca yaşadığım en büyük değişim ne kadar doğaya yakın bir yaratık olduğumu, daha doğrusu onun bir parçası olduğumu hissetmekti. En başından beri normal doğum yapmak istiyordum, ama süreç içinde doğal doğum diye başka bir alanın daha var olduğunu öğrendim. Karar verilmişti, olabildiğince müdahalesiz bir doğum yapacaktım. Ama kimle, nerede? Doktor değiştirmelerimin bir nedeni de buydu. İlk doktorum epizyosuz bir doğumu hayal bile etmiyordu. İkincisine bunları soramamıştım dahi. Sonra “birileri elimden tuttu”:) Dilimi anlayan biriyle karşılaştım. Sanırım bunun rahatlığıyla sonraki hamilelik sürecim rahat geçti.

Kızım çok dakik çıktı, tam 40 hafta doldu, saat 00.00’ı gösterdi, bizimki kapıyı çaldı. Gerçekten çok şanslıydım. İnsanlar daha 38. haftada anneyi kıskaca almaya başlıyorlar çünkü: “Gelmiyor mu hâlâ”, “göbeğin aşağı indi mi”, “bu hiç gelecekmiş gibi görünmüyor ”, “suni sancı denemeyecek mi doktor”, “sezaryenle aldır, kurtul…” ve daha gelişkin felaket senaryoları… 40 haftayı geçmediğim için benim bu salvoları atlatmam kolay oldu. Sonuçta mutlu sonla biten bir hamilelik oldu.

Onu ilk gördüğünüzde ne hissettiniz?
Doğumun son anları gergin geçmişti. Sonuçta çığlıklar eşliğinde geldi kızım. Geldiğinde ilk sözüm “özür dilerim” oldu. Ikınma evresi çok uzun sürmüş ve ben onu olması gerekenden çok uzun süre kanalda tutmuştum. Sürekli özür diledim gözlerine bakarak. O sadece beni inceliyordu; çok sakindi, merakla bana bakıyordu. Çok güzeldi… Evet bu ilk görüşte aşk! Doğumdan sonra çok uzun bir süre insanların ikinci, üçüncü çocuğu nasıl yaptıklarını anlamadım. “Onun üzerine nasıl başka gül koklarım” diyordum. 15 ay sonra hâlâ benzer düşünüyorum sanırım.

Evde altları kim değiştirirdi?
Tabii en çok ben değiştirdim altları. Lohusalık döneminde ev kalabalıktı ama. Anneler, kuzenler, kardeşler… Herkes bu işe bulaştı. Eşim en başından beri zaten çok destekti. Bazı adamlar bebekler küçükken dokunmaya korkar. Eşim öyle değildi. Herkesi şaşırtan bir başarısı vardı. Evdeki kalabalık dağılıp başbaşa kalınca o da hatırı sayılır miktarda bez bağladı. Fakat ne zaman ki demir damlası ve hemen arkasından katı gıdalar başladı o zaman eşim kaçar oldu. Zira ortaya çıkan koku eskiye oranla kat be kat kuvvetliydi…

İsme nasıl karar verdiniz? Ne oldu?
Kız çocuk çok istiyordum. Doktor erkek dese epey üzülecektim ama bunu çevreye çaktırmamaya çalışıyordum. Eşim de “kızcı”ydı, yine de erkek olursa çok üzülmemem için beni rahatlatmaya çabalıyordu. Erkek için isim bile bulamamıştık. Ne söylense beğenmiyordum, bir kulp buluyordum. Ama kızın adı üzerinde daha cinsiyeti öğrenmeden önce uzlaşmıştık. Nisan…

Aslında babasının ilk bulduğu isim Masal’dı. Askerde radyo dinlerken aklına gelmiş ve çok sevmişti. Ben de başta etkilendim bu isimden ve eşimin duygusallığından. Ama sonra zaten balık burcu olacak biri için fazla romantik gelmeye başladı. Dahası patır patır herkesin Masal koymakta olduğunu duydum. İsim koyma sürecinin en sinir bozucu kısmı bu: Bulduğunuz ismin başkalarınca da yaygın biçimde kullanıldığını duymak! Anne olarak gerekli tavrı (?) koydum ve yeni bir isim arayışına geçtim. Kriterlerim mutlu bir isim olacak, içinde Türkçe karakter olmayacak, dünyanın herhangi bir yerinde rahat telaffuz edilebilir olacak…vs idi. Eşim biraz üzülmüştü bu vazgeçişten ve kriterlerime gıcık oluyordu! Yine de yeni isim önerisi ondan geldi: Nisan! Her ne kadar bir milyon kez “aaa ama çocuk Mart’ta doğacak” eleştirisiyle karşı karşıya kalmış olsak da ben çok sevmiştim. Sağdan soldan gelen itirazları kulak arkası ettim.

İş ve sosyal hayatınız nasıl etkilendi?
Çalışan bir anneyim ben. Kanunun izin verdiği sürenin sonuna dek işe devam ettim. Maddi sebeplerle de hiç ücretsiz izin kullanmadan, doğumdan üç ay sonra işe geri döndüm. Sanırım o yüzden iş yerinin sevdiği tipte bir hamilelik oldu benimkisi. Yine de kafa olarak kendimi işe verebilmem biraz vakit aldı. Aklım hep evdeydi başlarda. Kuzumu bırakıp işe yollanmak ağır geliyordu. Ama insan alışıyor, hatta kadına iyi geliyor bir yandan da çalışmak. Hayatta annelik dışında başka işlere de yaradığınızı, başka şeylerden de zevk aldığınızı anımsıyorsunuz. Buna rağmen keşke biraz daha işten uzak kalabilme lüksüm olsaydı diyorum.

Sosyal hayatım ise işe göre çok daha fazla budandı. En son ne zaman sinemaya gittiğimi anımsamıyorum. Eskiden festival filmlerinde arka arkaya film seyreden ben, sıradan bir gişe filmine gidecek vakti bile ayarlayamıyorum. Kendi keyfim için dışarı çıktığım vakitler yok gibi bir şey. Arkadaşlarımla Nisan’sız olarak birlikte vakit geçirdiğim bir akşam yok, keza eşimle de. Bu durum en çok onu üzüyor sanırım. Nisan’a babaannesi bakıyor ve aslında ara sıra keyif kaçamakları da yapabiliriz. Ama ben bunu kendime anlatamıyorum. Çalıştığım için haftada beş gün yolla birlikte en az 12 saat dışarıdayım ve bu süreyi sosyal faaliyetler için uzatamıyorum. Bu hatalı bir bakış açısı muhtemelen; çözebildiğim bir mesele değil hâlâ… Öte yandan, Nisan’ı götürebileceğim yerlere koşa koşa katılıyorum. En azından bu konuda cesur bir anne sayılırım. Bazen bir mitinge, bazen bir meyhaneye götürebiliyorum onu. Aylık ortalamaya vurduğumuzda bu dışarı çıkmaların sayısı bir ya da daha az olsa da başarıyorum ara sıra.

Nasıl bir anne olacağınızı düşünüyordunuz? Düşündüğünüz gibi oldu mu?
Kendimi pek şaşırtmıyorum aslında. Kurallar koymaya çalışan ama çocuğun tepkileriyle çabuk yılan bir anne olma yolunda ilerliyorum. Evde her şeyi kontrol etmeye çalışan bir tipimdir. Nisan’da da böyle olmaya çalıştım başlarda. Hâlâ ara ara “yiyeceksin, giyeceksin, geleceksin!” naraları atabiliyorum. Ama genelde o beni yeniyor. Kafasını hızla iki yana sallayıp “MEMMM!” diyor; yemem, giymem, gelmem… Ben de kendimi gevşetmeye çalışıyorum onun halini görünce; zaten çok sempatik, gülüyorsunuz ister istemez. Bol bol çocuk gelişimi kitapları okuyorum, ama ha deyince onları uygulamaya sokmak pek kolay değil. Kitaplar yerine çocuğun kendisi öğretici bir şey gerçekten. Bir de eşim. Benim frene basmamı sağlayan, farklı yollar gösteren başat insan o. Bana göre çok daha rahat biri. Kızım onunla daha eğlenceli vakit geçirecek büyüdükçe, belli…

Eş-dosttan giysi/oyuncak aldınız mı?
Bizim kıza başta aldığımız tek şey plastik bir küvet oldu galiba. Onun dışında her şey özellikle giysiler arkadaşlardan geldi. İlk yıl krem, sabun gibi tüketilen şeyler haricinde pek bir şey almadık. Ama şimdi ihtiyaçları genelde kendimiz tamamlıyoruz. Büyüdükçe giysileri daha uzun süre kullanıyor oluyorsunuz ve artık arkadaşınızın oğlunun pantolonunu “kıza olmaz” diyerek giydirmiyorsunuz.

Oyuncak konusunda ise hâlâ ilkel seviyede sayılırız. Çok fazla oyuncağımız yok henüz, en sevilenleri zaten mutfaktaki kap kacak, bir de benim çanta. Bir komşumuzun beş yaşındaki oğlunun oyuncaklarından aldık, ama daha ufaklar oyuncak vermeye hazır değiller sanırım.

Bebeğinizin bakımına kimler yardım etti?
Eşim, annem, kayınvalidem ve kardeşim. İlk üç ayki dönemde böyle sıralanıyorlar. Bir de ilk hafta yenidoğan sarılığı geçirdiğimiz günlerde eczacı olan kuzenimin desteğini unutamam. Öte yandan tam bir yıldır iş günleri kızım babaannesiyle birlikte. Onun desteği artık yardımdan çıktı, resmen bakım konusunda iş bölümüne gittik diyebiliriz. Gündüzleri o, geceleri ben…

Kendinizi annenizle kıyaslasanız…
Farklıyız galiba. Annem 19 yaşındaymış beni doğurduğunda, çok genç… Beraber büyüdük yani. Sertti bana karşı, katı kuralları vardı. Ben de bunlara boyun eğmiştim genelde. İki kardeşim oldu sonra. Özellikle küçük olan en rahat, “en modern yöntemlerle” büyüyenimiz oldu. Annemin benim küçüklüğümdeki anneliğine değil ama küçük kardeşime yaptığı anneliğe benziyor olabilirim. Ben epey büyüktüm o sırada ve annemin yöntemleri, çareleri hâlâ aklımda. Bugün annem kız kardeşimin bebeğine bakıyor. Bazı yöntemlerimiz benziyor, bazı halleri ise hiç benim tarzım değil (mesela yatırarak yemek yedirme, her ağladığında emzirme…). Ben çok daha soğukkanlı kalıyorum anneme göre, daha sakinim, daha özgürlükçüyüm. Şu da bir gerçek: Hâlâ annemin düşüncesi benim için en önemli referans. İlk ona danışıyorum bir bilinmezle, ikilemle karşılaştığımda.

Kendi tarifiniz bebek/çocuk yemekleri varsa anlatsanıza…
Yemek benim en zayıf olduğum konu. Hem vakti az, hem pek becerikli olmayan, hem de tembelce bir anneyim. O yüzden normal annelere göre bir tarifim yok. Ama benim kafadan olanlara birkaç önerim olabilir:

Köftemsi: Kasaptan alınan yağsız kıyma avuç içi kadar parçalara bölünür, her biri buzdolabı poşetine konarak buzluğa atılır. Pişirileceği zaman üç dört saat öncesinde bir parça dışarı çıkarılır. İçine bir çay kaşığından azca salça, karabiber, kimyon konur. Karıştırılır, hafif yoğrulur. Kalın olmayan bir yuvarlak yapılır. Yapışmayan seramik sahanda az zeytinyağında iki taraflı pişirilir. Ufak ufak bölünerek bebeğin önüne elle yemesi için bırakılır.

Omletimsi: Bebeğin yaşına göre yumurtanın ya sadece sarısı ya da tamamı kırılır. İçine taze kaşar rendelenir. Köfteyle aynı usul çevirerek pişirilir. Benim gibi yumurta sevmeyen bir çocuğunuz varsa yeşil zeytini küçük küçük kesip omletin bir tarafını kaplayacak şekilde dizin. Her lokmasında önce ağzına zeytinin değmesini sağlayarak yedirin.

Çocuğunuzla beraber hayatınızda ve sizde neler değişti?
Hamilelik, doğum ve lohusalık boyunca doğadaki herhangi bir dişi hayvanla pek çok ortak yönüm olduğunu keşfettim. Çok şaşırtıcıydı bu. Evet, hamile kalmadan önce de evrime inanıyordum. Ama bu daha çok teorik bir bilgiye dayanıyordu. Gebelik boyunca evrimi her hücremde hissettim neredeyse. Hormonlarımdaki her değişiklik bana bir BBC belgeseli sahnesini anımsatıyordu. Bazen bir dişi aslan, bazen gagasını açıp bas bas bağıran yırtıcı bir kuş. Şimdi şimdi biraz daha modern hayata dönmüş durumdayım; ama bunu pek istemiyorum aslında. Artık tüketici rolünde bir anneyim. Hangi güneş kremi, hangi ayakkabı, hangi suluk… Öncesi daha keyifliydi.

Artık kendimi zincirlenmiş hissediyorum. “Zincirlerinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yok” sözü eskiden çok daha etkiliydi üzerimde. Şimdi “o zincir benim en değerli varlığım” diyor içimdeki ses. Ondan herhangi bir nedenle ayrı kalmayı hayal bile edemiyorum. Ona nasıl bir gelecek sağlayacağım en önemli gündem maddem. Bu her ebeveynin düşüncesidir elbette. Ama bugün öyle günlerdeyiz ki kızım için mücadele ederken ondan ırak kalabilirim, başıma bir iş gelebilir, onu bir süre bensiz bırakabilirim… Bu beni çok tedirgin ediyor. Keza işsizlik ihtimali ya da bir hastalığa tutulma en korkulu rüyalarımdan. Eskiden bunları hiç umursamazdım.

Doğumla birlikte kendimi “önce bir anneyim” diye tanımlar oldum. Vaktiyle annem bunu yapardı, kızardım ona. Ben de öyle oldum. Belki biraz daha zamana ihtiyacım var. Anneliği ana işim olmaktan çıkarıp, işlerimden biri haline dönüştürmeyi istiyorum. Sanırım bu kızıma, kendime ve eşime yapacağım en büyük iyilik olacak.

Çocuğunuzla beraber neleri yapmaktan zevk alıyorsunuz?
Nisan henüz 15 aylık. Yapabildiklerimiz sınırlı. Birlikte kitaplara bakmak, hayvan sesleri çıkarmak, çiçekleri sevmek ve koklamak, dans etmek, duş almak, yüzmek, uykuya dalmak en keyifli anlarımız.

Çocuğunuzun sevmediğiniz huyu?
Yemek yemiyor!!! İştahsız! Özenle aldığınız sebzelerden ağız tadına uygun olduğunu düşündüğünüz bir yemek yapıyorsunuz, sonra çocuğunuz bir lokma dahi almayı reddediyor. Beni en çok yoran şey bu. Keşke daha kolay bir çocuk olsaydı yemek konusunda.

Deneyimlerinize dayanarak annelere ve anne adaylarına önerileriniz var mı?
Doğal doğumu öğrenin, cesaretinizi toplayın ve müdahalesiz bir doğum yapabilmek için kendinizi hazırlayın. Doğum yapmak, o zafer anı, bebeğinizle öyle bir deneyimden sonra karşı karşıya gelmek gerçekten paha biçilmez.

Bebeğinizi bol bol emzirin. Çok basit bir öneri gibi duruyor ama aslında öyle zor bir iş ki… Emzirmenin can yaktığını ben doğumdan sonra öğrendim mesela, tanrım o ne acı! Çevrenizdeki deneyimli annelerden yöntemler öğrenin ve ilk andan itibaren bebeğinizle bu deneyimi paylaşın. Sizi ona, onu size bağlayan eşsiz bir keyif bu.

Çocuğunuzla konuşun, kendinizle konuşun. Doğumdan önce de, doğumdan aylar sonra da sürekli farklı konularla gelişecek sohbetler. Konuşurken kendinizi gözden geçiriyorsunuz, “şunu yanlış yapıyorum galiba”, “bak şöyle yapınca ne mutlu oldu” falan diyorsunuz. Bir yandan da geçmişinizle, bugününüzle hesaplaşıyorsunuz.Konuşmak her derde deva.

Bebeğinizle birlikte uyumaktan korkmayın. Bu da ileride çok arayacağınız, özleyeceğiniz zevkli anlardan.

Annelik neymiş?
Bu yanıtlaması en zor soru. En ağır basan sorumluluk galiba. İş, aşkla başlıyor ama sonra sorumluluk duygusu aşka karışıyor. Tabii bencillik, kadınlık, yorgunluk, keyif, öğrencilik, öğretmenlik, arkadaşlık… Tüm bunları gelgitleriyle dönüşümlü biçimde yaşıyorsunuz.