Çocuğunuz abur cuburu biraz fazla kaçırdığında, bir süre meyve ve sebze ağırlıklı bir beslenmeyle dengeyi tutturmaya çalışırsınız. Peki sinemada abur cubura maruz kaldıklarında ne yapıyorsunuz? Salonda yedikleri patlamış mısırları ve şekerlemeleri kastetmiyorum. Onlara rekabetçiliği, başarı zorunluluğunu, tüketim zevkini, üstün güç merakını pompalayan; ileride mutlu olabilmeleri için uymaları gereken kesin kuralları belirleyen, bir bakıma özgür düşünme becerilerini kısıtlayan ve lunapark eğlencesi düzeyine indirgenmiş filmlerden bahsediyorum.

Burada bir cadı avcılığına soyunacak değilim, o filmlerden çok var. Hatta öyleleri var ki, bazılarını çocuk yaştayken görmediğime şükrediyorum, herhalde mutsuzluk ve çaresizlik duygusundan perişan olurdum. Neyse ki çoğunluğun arasından sıyrılan çok iyi filmler de var. On binlerce aile filmi arasında birer cevher gibiler, sayıları az ama erişmesi imkansız değil. Elbette abur cubur da hayatın çeşnisi, ama arada sırada sağlıklı filmlerle iyi sinemayı da öğrenseler, fena mı olurdu?

Önemli not: Yazıda bahsi geçen filmlerin içeriği 10 yaşından küçük çocuklar için uygun olmayabilir.

Yürüyen Şato / Hauru no ugoku shiro

Diana Wynne Jones’un çocuk romanından uyarlanan hikayede büyücüler, sihirbazlar, dev savaş gemileri ve zarif uçan cisimler var. Savaşçı bir uygarlığın varlığı, pek çok animasyon yapımcısı için hikayenin asıl cazibe noktası olarak görülebilir, bir aksiyon fırtınası ortaya çıkabilirdi. Oysa Studio Ghibli’nin “maestro”su Hayao Miyazaki, insani değerlerle ilgileniyor. Ortalığı cafcaflı patlama efektlerine ve çatışma sahnelerine boğmakla değil. Eserlerini son derece kıymetli birer mücevhere dönüştüren şey de bu zaten.

Miyazaki evreninde bir çocuğun 90 yaşında bir kadına dönüşüvermesi dehşet duyulacak, korkulacak bir unsur değil; keşfedilen, ayak uydurulan, hatta güzel yanları öğrenilen bir olgu. Onun dünya görüşü, yaşamayı keyif ve neşe duymak için yeterli sayıyor. Var olmanın nasıl ve hangi surette gerçekleştiği önemsiz.

Keza, çocukluk düşlerinin en değişmez ve ulaşılmaz olanı, yani uçma hayalini onun kadar iyi işleyen çok az sinemacı var. Uçma eyleminin mantıksal sınırları ve düşsel yanı onun filmlerinde çok iyi çizilir. Şöyle de diyebiliriz; herhangi bir Miyazaki filmini gördükten sonra “ben de uçabilirim” diyerek kendini pencereden atmaya kalkan bir çocuk vakası bugüne dek ne görülmüş ne de işitilmiştir.

Ayrıca söylemezsem çatlarım, tarafımca bizzat şahit olunmuştur, film dikkat dağınıklığı olan çocuklar tarafından bile 119 dakika boyunca pür dikkat izleniyor. Eh, bu da bir başarı sayılmaz mı?

İki Kardeş / Deux fréres

Jean-Jacques Annaud, daha önce hayvanların dünyasını Disney’e özgü yapaylıktan uzak bir doğallıkla aktardığı filmi L’Ours / Ayı ile hayvan sevgisini ve sinema sanatının gerektirdiği o muazzam sabrı hakkıyla belgelemişti. O filmden yıllar sonra aynı yönetmen, sayıları beş binli rakamlara kadar inen kaplanların dünyasını aynı doğallık, titizlik ve sevecenlikle karşımıza getirmişti. Zamanda biraz geriye gitmiş, İngiliz ve Fransızların tüm hızlarıyla ülkenin tarihi ve doğal kaynaklarını talan etikleri sömürge dönemi Kamboçya’sına dönmüştü.

Hikayenin merkezinde daha yavruyken birbirlerinden koparılan yavru kaplanlar Sangha ve Kumal var. Biri sirke satılırken diğeri mıymıntı bir prensin koleksiyonuna katılıyor. Ama hayat bu ya, iki kardeş hiç umulmadık biçimde bir araya geliyor.

Annaud, üstün gözlem yeteneği ve sağduyulu yaklaşımıyla, hayvanların doğal tepkilerini anlamlı bir öykü ve dramatik çatı oluşturacak biçimde kurgulama başarısını tekrarlıyor. Üstelik duygu sömürüsüne kalkışmadan. Yönetmenin temelde yaptığı şey, metot oyunculuğunu gerçek hayvanlara uygulamak. Bazı çok tehlikeli sahneler dışında mekanik hayvan kullanılmamış, dijital efektler ise – alev ve yangınlar dışında – hiç yok. Dijital kameralar hayvanların doğal tepkilerinin hiç ıskalamadan belgelenmesini sağlamış.

Sangha ve Kumal’ın öyküsü o denli sıcak ve unutulmaz ki filmi sadece hayvanseverlere salık vermeye insanın gönlü el vermiyor. Bugün çevresel duyarlığın altını çizen önemli filmlerden biri olarak da anılıyor.

Bebe / Babe

Konuşan hayvanlar genellikle animasyon sinemasının klişesidir. Çoğu kez de sinir bozucudurlar çünkü habis bir büyüyle hayvana dönüştürülmüş nevrotik insanlar gibi davranırlar. Daha beteri, günlük hayattaki toplumsal davranış modellerini, iyisiyle kötüsüyle, kendi alemlerine taşırlar. Oysa hayvanların dünyası kendine hastır, benzersizdir. Bebe ise, bu ayrımı yapabilmiş, taklidi çok olan, ama hâlâ eşsiz duruşunu koruyan bir film. Üstelik vejeteryan.

Bu filmde de çiftlik hayvanları konuşuyor, ama sadece kendi aralarında anlaşıyorlar. Filmdeki insan karakterler onları anlamıyor, çoğu kez bizim de yaptığımız gibi “hayvan işte!” deyip geçiyorlar. Ama hayvanların da duyguları, endişeleri, hatta hayalleri var. Hayal kısmını biraz toparlayalım yine de. Kimlik çatışması diyelim mesela. Örneğin baş karakterimiz, domuz yavrusu Bebe, bir çoban köpeğinin yaptığı işi yapabileceğinden emin.

Seyirci olarak biz daha şanslıyız, neler dediklerini anlayabiliyoruz, çünkü sihirli bir teknolojiyle kendi aralarındaki konuşmalar insan diline çevrilmiş. Tüm öykü bir masal kitabı formatında anlatılıyor. Hayvan sevgisi aşılamayı yavru köpek satın aldırmaktan ibaret gören, hayvan yavrularına peluş oyuncak muamelesi yapan birçok filmin aksine, Bebe, hayvanların kendi doğal ortamlarında, türdeşleriyle birlikte daha mutlu olduğunun altını çiziyor.

Not: Devamı önümüzdeki haftaya yine burada…