Rota: Teşvikiye – Eminönü (İş Bankası Müzesi + Şişe Cam sergisi + Çiçek Pazarı + Mısır Çarşısı + Yeni Cami) – Teşvikiye
Süre: 3 saat
Kahramanlar: Metin (baba), Ali İlyas (bebe/14 ay)
Malzemeler: Yedek bez, yedek tulum, su biberonu, meyve suyu biberonu, acil durum oyuncağı, ıslak mendil.
Taşıt: Tramvay, ayak, taksi

Cumartesi günü, İstanbul’da malumunuz önce kar, sonra karla karışık yağmur vardı. Fakat hem Cumartesi, hem de kurtlu bir baba-oğul söz konusu olunca evde oturamadık tabii. Yaratıcılığa halim ve vaktim yoktu, yüklendim Ali İlyas’ı, Yerebatan Sarnıcı’na doğru yollandım. Ortalık kar boran diye de puset filan almadım yanıma.

Ağzımızda geleneksel fastfood, geleneksel AVM kapısında 🙂

Fakat yolda yağmur kesilmesin mi? Ve yağmurun kesilmesiyle aynı anda (tam Eminönü kavşağına gelmeden önceki yol girişinde) PTT Müzesi yazısını görmeyeyim mi? Karar değişti tabii.

Kucak ve baba bebek ikilisinin hep yol açtığı tuhaf (bazen imrenen, genellikle şaşkın) bakışların arasında yürümeye başladık.

Bu gezilerde (esasında bana ait bilumum gezilerde) maksat kültürlenmek, öğrenmek, eğitmek, yün örmek filan değildir. Onlar olursa bonustur. Bütünüyle iyi vakit geçirmeye, hazza yöneliktir. Dolayısıyla konuyu florasan ışığından Musolini’ye bağlamak serbesttir.

Nitekim biz de öyle yaptık ve Sarnıç gibi PTT Müzesi’ne de ulaşamadık. Yol üstünde İş Bankası Müzesi’ni görüp takıldık. Süper sempatik güvenlik görevlilerinin arasından geçip giysilerimizi (tabii ki) “üşür” lafları arasında vestiyere bırakıp üst kata, müzeye çıktık. İlyas, haklı olarak banka tarihiyle pek ilgilenmedi. Benim duvarlara ilgiyle bakışım ilginç geldi sadece ona. Ama tabii ben iyi vakit geçirince o da sebeplendi bundan. Koydukları antik TV’deki eski İş Bankası reklamlarını beraberce izledik. Benim çocukken sahip olduğum kumbaraların benzerlerini İlyas’a gösterdim; tabii ki boş boş baktı. Fakat yerler geniş, raflar yüksek, genel olarak 14 aylık çocuk koşturmasına uygun. Ali İlyas da bunu değerlendirdi tabii.

Gelişte Atatürk büstünün yukarıda ve heybetli duruşu bir acayip gelmiş olmalı İlyas’a ki işaret parmağıyla gösterip, “baba baba” demeye başladı Atatürk’e. “Baba değil oğlum amca amca” diye düzelttim tabii hemen.

Civardaki korkuluklar akrobasiye de müsaitti aslında.

Alt kattaki Şişe Cam Sergisi ise biraz hayal kırıklığıydı. Aceleye getirmişler sanki. Burada iki şeyle ailecek ilgilendik. Biri kuvars kumuyla doldurulmuş akvaryumdu. İlyas, elini içine daldırmasına izin vermeme inanamadı. Ve müthiş bir mutlulukla avuçladı. Sonra ben tabii tedirgin olarak, “Ulan toksiktir moksiktir” diye bi güzel sildim ellerini. Sonra oradaki kiosktaki şişeli oyunları oynadık biraz.

Derken olay mahallindeki İş Bankası Yayınları kitapçısına girdik. Entelektüel bir aile olarak kitaplara baktık. Ama Heidi’deki mürebbiye görünümlü tezgahtar hanımdan çekinip bir şey almadan çıktık.

Vestiyerde İlyas temizlik için kullanılan lastik çek-çeklerden buldu ve çok sevindi. Çünkü bizim terastakinin iki katıydı ve bu boyda bir çek-çek ilk defa görüyordu. Hemen o çek-çekle teras hareketlerini tekrarladı. Önce bir yeri sildi. Sonra da anneannesinden öğrendiği gibi üzerinde ata biner gibi yapıp “dıgıdık dıgıdık” dedi. Lakin güvenlik görevlisi durumun tadını çıkarmak varken sopayla kafayı gözü yaracak çocuk diye endişelendi. Ben sakinleştirdim onu.

Tekrar dışarı çıktığımızda kardan yağmurdan eser yoktu. Güneş, terbiyesizce dolanıp duruyordu. Ve bende (sokakta gezmeyeceğiz nasılsa diye) ne puset vardı ne kanguru. Yerler ıslak, İlyas’ın ayakkabısı da feci yazlık olduğu için durum kucak gerektirdi.

Hemen kolay yollu Çiçek Pazarı’na daldık. Yol girişindeki kedilerden (11 tane yan yana miskin kedi) kopmamız bir 15 dakikamızı aldı. İlyas’ta bir kedi fetişi var. Sanırım çıkardığı tuhaf seslerle onlarla konuşabildiğini düşünüyor.

Çiçek Pazarı’ndaki uzun fideler, kuş yemleri, acayip acayip bitkiler, yığınlar hepsi çok ilgisini çekti İlyas’ın. Tabii o da minicik olmanın bütün avantajını kullanarak esnafın ilgisini çekti.

Oooo, aaaa, uuu’dan ibaret şaşırma dağarcığını sonuna kadar kullandıktan sonra karnımın guruldadığını fark ettim ve bastırayım diye bir simit aldım. Atopik dermatit İlyas’a susam ne eder bilmediğim için ona da şu adını unuttuğum susamsız küçük simitlerden aldım. Eee, fast-food’umuzu aldığımıza göre AVM’mize dalabilirdik. Daldık Mısır Çarşısı’na.

Mısır Çarşısı mükemmel bir yer. Ben hiç benzemese de Cezayir “kasbah”ında hissederim kendimi orada. Önceden buraya Valide Çarşısı derlermiş, İlyas peder beyle geldi valide çarşısına işte. Sürekli şaşırmaya bayılan güzel oğlan İlyas burada da ziyadesiyle şaşırdı. Esnaf da sağ olsun bize muhtelif dillerde, “hello, hola” filan diye yapışırken “aleyküm selam” cevaplarımıza bozularaktan seyretti. Bu Mısır Çarşısı’nda iki türlü esnaf var. Bir laf atarak peşinden yürüyen “hola hola” esnafı. Bunlar, bildiğiniz yapışkan hanutçular. Bir de hakikaten işini bilen, baharatını tanıyan yapışmayan esnaf. İlyas’la bu ikincilerin dükkanlarında oyalanıp oynaştık. İlyas da rengarenk şekerlemelere ve boncuklara ve sair hediyeliğe arada saldırmaya meylettiyse de genellikle kalabalığı seyretti.

Camiye girerken ayakkabılar çıkarılır.

Mısır Çarşısı’nın arka kapısından, kahvecilerin oradan çıkıp  kalabalık çarşının içinden Yeni Cami’ye doğru yollandık. İlyas yine  yol boyu her ırk, yaş ve kılıktan insanla flört etti.

Velhasıl nihayet okkalı dinlenme mahalline, Yeni Cami’ye kavuşmuştuk. Ayakkabılarımızı güzelce çıkardıktan sonra içeri girdik. Ve tabii ben girer girmez saldım içeri İlyas’ı.

Camiler çocukla gitmek için enfes yerler. Bir kere temizler. Ve ayakkabısız giriliyor. Çarpacak pek bir yer yok ve içeridekiler her zaman çok nazik insanlar. Kimse üşür demiyor, herkes gönüllü olarak İlyas’la oynuyor.

Fakat Yeni Cami’de vaaz vardı, imam kötü durumdakiler için güzel şeyler söylüyordu. Bu, doğal olarak caminin her yerinden duyuluyordu. Ve İlyas dumura uğradı. Ortada konuşan / bağıran kimse yoktu ama her yerden ses çıkıyordu. Sesin kaynağını aradı bir müddet. Sonra halı üzeri muhabbetinin tadını çıkardı. Ama sesin ve kalabalığın etkisiyle çok koşturmadı. Civara bakınıp turistlerle ve cemaatle oynaştı. Ben de bir güzel dinlendim.

Sonra çıkıp, aldığımız sıkma elma suyunu biberona koyup bindik taksiye. İlyas kırmızı ışıklarda (giderken boğazına kaçar diye korkuyorum) iştahla biberonu höpürdetirken eve yollandık. Höpürdetme esnasında taksicinin sarf ettiği “Abi sen de anne gibi babaymışsın” şu tuhaf takdir cümlesini de atlamayalım tabii.

Ah bir de yanımızda pusetimiz, en azından kangurumuz olsaydı, çok daha şampiyon bir gün geçirecektik billa.

Metin der ki, bu bir örnek teşkil etsin. Siz de bebeğinizle çocuğunuzla gezmelerinizi yazın bize.