Çocuklarımın meme kanseri olduğumu öğrendikten sonra en çok merak ettikleri şey, bu hastalığın beni öldürüp öldürmeyeceğiydi. Henüz ilkokula gidiyorlar, değişmez gerçeklerin ve uzun vadeli bilgilerin inşa ettiği bir dünyada yaşıyorlar. Akıllarına düşen ilk soru “Annemiz yaşayacak mı?” ya da “Annemiz ölecek mi?” Bu soruya nasıl cevap vereceğimi hiç öğrenmemiştim.

İlk ameliyatımı Pekin’de bir hastanede geçirdim, odadaki herkes Çince konuşuyordu. Hiçbir şey söylemedim. Sessiz bir hastaydım. Çünkü Çincem yemek ısmarlamak, taksi çağırmak ve pazarda alışveriş etmek için yeterliydi yalnızca.

Oğullarıma kanserden bahsederken çok zorlandım. Bir yandan bu hastalıktan bahsederken, diğer yandan yaşlanıp saçlarım ağarana kadar onlarla birlikte kalacağım konusunda yüreklerini nasıl ferah tutacağımı bilmiyordum. Oğullarımın bunu anlamasını sağlayacak yeni bir dil öğrenmeye ihtyiacım vardı ve onlara kanserden bahsedecek bir yol bulamadığım müddetçe, hastalığın aramıza gireceğini biliyordum.

Derken Pekin’de Mimi adlı bir yoga öğretmeniyle tanıştım. Bana yeniden ayaklarıma dokunabilmeyi ve bir kobra kadar esnek olabilmeyi öğretebilmişti. Beni, Pekin’e üç saat mesafedeki bir köyde verdiği yoga derslerine davet etti. Beş gün boyunca yoga yapacaktık birlikte.

Meme kanseri hastalarına ne hissettiklerini sorduğunuzda size tedavi başladıktan sonraki dönemde yaşadıkları ağrıları, kaslarındaki tutulmaları anlatacaklardır. Kasılma ve ağrılar koltuk altında ve göğüs kafesinin aşağısında yoğunlaşır. Size anlatacakları bir başka şeyse sevdiklerinden, özellikle çocuklarından ayrı kalmanın ağırlıdığır. Kas tutulmalarından zaten mustariptim. Ama asıl sorunum çocuklarımla konuşacak kelimeleri bulamıyor olmaktı. Kanserin yarattığı gizemi onlara aydınlatacak doğru tanımları bulamıyordum.

Yoga kampının ilk sabahında, köydeki evin tozlu zemininde, başaşağı durmayı başardım. Yoga üstesinden gelebileceğim bir şeydi. Çünkü konuşmayı gerektirmiyordu. Yogayı çok seviyordum. Fakat yogadan sonraki konuşma seansında olanlar oldu. Dışardan bakıldığında 12 kişi bir kilimin etrafında oturuyor ve siyah bir kaya parçasına bakıyor gibi görünüyordu. Ana fikir her birimizin taşa dokunarak neden dağ başındaki bir köyde yapılan bu yoga kampına geldiğimizi söylemekti.

Taşı görür görmez içimden “Aman Tanrım, konuşmak mı burada mı bu dağ başında mı?” diye geçirdim. Fakat insanlar teker teker ayağa kalkmaya, taşa dokunmaya ve yerlerine oturmaya başladılar. Singapur’dan bir ressam, ansızın ayrıldığı sevgilisinden bahsetti. Bir İngilizce öğretmeni ve üç çocuk annesi Çinli bir kadın da vardı. Bir doktor, bir fotoğrafçı, derken yalnızca iki kişi kaldı konuşmayan…

Ayağa kalktım. Yoga yapmaya gelmiştim, konuşmaya değil. Fakat taşı elime aldım, gruba döndüm ve kendimi şaşırttım. Dedim ki “Buraya geldim çünkü kanserim ve bu konuda çocuklarımla konuşamıyorum.” Derimin sızlayarak gerildiğini hissettim, sanki elimdeki taş aslında benim kanserimdi, öyle ki onu hemen bırakmak istedim.
Odadaki herkes bana gülümsemeye başladı ve seans bittiğinde tepeye doğru yürüdüm yol üstündeki eşeklerin yanından geçerek. Sonra mısır tarlalarının üzerindeki odama döndüm ve yatağa girdim. Her akşam biraz daha konuştum ve giderek daha rahat kullanmaya başladım bu kelimeleri birlikte: Anne ve kanser…

Köydeki beş günün sonunda Pekin’e, eve döndüm. İlk sabah, sekiz yaşındaki oğlum Thorne yatak odamda buldu beni. Üzerime bir sweatshirt geçirmek üzere kolumu kaldırmıştım. Oğlum fısıldayarak sordu: “Anne, güneş kolunu yakmış dağda”. Kolumdaki radyoterapi izlerini gösteriyor ve cümlesine devam ediyordu: “Krem sürmen lazım.”

“Olur” diye cevap verdim sükûnetle ve bunun böyle olabileceğini hiç düşünmemiştim. Güneş yanığı bütün problemlerimi çözmüştü. “İyi fikir, güneş yanığı, bunu sevdim.”
Derken 6 yaşındaki oğlum Aidan geldi ve sordu “Biliyor musun anne, dünyada 100 kadın meme kanseri oluyor ve iyileşemiyormuş.” “Onun gibi bir şey” dedim, konuşmanın daha yumuşak bir zemine kaymasını umarak. “Doğru” dedi Aidan, “100 kadın. Çok gibi geliyor kulağa, ama dünyada ne kadar çok insan olduğunu düşünürsen az aslında.” Çocukların kanserden anladıkları buydu. Üzerine gittim. Kendi bağlantılarını kurdular. Onları korkutan şeylerden bahsetmekten çekinmediler. Oğullarıma baktım ve kapıyı gösterdim. “Hadi bakalım, okula gidelim.”

Susan Conley kimdir?
The Foremost Good Fortune (İyi Talih Herşeyin Başı) kitabının yazarı. Kitapta, kocası ve iki oğluyla Çin’de geçirdikleri zamanı ve kanser teşhisi konmasının ardından yaşadıklarını anlattı. ABD’de çok satanlar listelerine giren kitap, Conley’e iki de ödül kazandırdı. 2013’te bir de romanı yayınlanacak olan Conley, artık Portland, Maine’de yaşıyor.

Yazı: Susan Conley
Çeviri: Uzuncorap
Kaynak