Hastalarımız genelde söylediklerimizin yüzde 50’sini yaparlar, bu hangi sosyoekonomik düzeyden gelinirse gelinsin pek değişmez. Bu durum ya iletişim sorunlarından ya da ailenin sahip olduğu imkânlardan kaynaklanır. Buradan, çok imkânı olan daha iyi tedavi uyumu gösterir gibi bir kanı çıkmasın ki; yüksek sosyoekonomik düzeyi olan hastalar bir kez fikir alma ile yetinmedikleri ve doktor doktor gezdikleri için iletişim kurmak ve tedavi uyumu sağlamak daha zordur. Hatta internetten edinilen kirli bilgiler bu oranı daha da arttırır.

Ben bir çocuk onkologuyum. Toplumun her katmanını acımasızca etkileyen, olanaklara göre başa gelme sıklığı çok değişmeyen hayatın en tatsız branşı ile uğraşıyorum. Hasta-doktor iletişiminin bizim aktardıklarımızdan ibaret olmadığına dair en öğretici tecrübemi yan dal eğitimim sırasında yaşadım.

Göz tümörü nedeniyle kemoterapi görmekte olan bir hastamızın oldukça ciddi maddi sıkıntıları vardı. Hatta baba işten çıkarılmıştı ve o dönemki kurum olan SSK’dan çıkma ihtimalleri gündemdeydi. Baba işitme engelli olduğu için iş bulamıyordu. Biz tedaviye başladık. Her aileye yaptığımız gibi onlara da evde temizlik ve hijyenin nasıl sağlanacağı, çocuğun temiz bakımı, ellerin sürekli yıkanması, yiyeceklerin temizliği ile ilgili eğitim yaptık. Bu uyarıları nerdeyse her yatışta ve poliklinik ziyaretinde tekrarladığımızı, annenin de dikkat ettiğini söylediğini hatırlıyorum. Tedavinin 3-4. ayına denk gelen dönem Ramazan ayıydı. Diğer bir klinikte toplanan fitre paraları bizim muhtaç hastalarımıza gönderilmişti ve biz de bu hastaya iletmiştik. Hasta bir hafta sonraki kontrolde usulca eğilip teşekkür etmişti, “ para sayesinde elektrik ve suyu yeniden bağlatabildiği için”… Biz el yıkama ve temizlikten bahsederken aklıma hiç gelmeyen böyle bir ihtimal, doktorun söylediğiyle yaşananlar arasındaki uçuruma dair kafama kazınmıştır (Bu sürede aşı olmaması gerektiğini anlatmamıza rağmen, mahalledeki kampanyada canlı çocuk felci aşısı yaptırdığını da ayrıca söylemeliyim).

Bazen iyileşmeyen demir eksiklikleri gelir, her hastaya öykü formunda nasıl beslendiği sorulur. “Kırmızı et yiyor mu?” sorusuna her anne “yer” diye cevap verir. Siz beslenme öyküsünde ısrar etmezseniz, et yediği halde demir eksikliği olan bir çocuğu tetkik eder durursunuz. Ama masanın arkasından kalkıp, hastanın yanına oturup, “et bu aralar çok pahalı, iyi et de bulunmuyor, evde kaç günde bir etli yemek pişer” diye sorduğunuzda eve bir maaştan diğerine et girdiğini öğrenirsiniz. Ve her şey bir anda değişir. Hem hastanın onun hiç suçu olmadığı halde utandığı bir sırrına vakıf olup size inanmasını sağlarsınız, hem de hastanız gereksiz bir sürü tetkikten kurtulur.

Bazen kendimizin de hasta olabileceğimizi, doktor olmaktan çıkıp hasta gözüne bürünmek gerektiğini, en klişe tabiriyle empatiyi unuturuz. Ama hayat size hergün yeni bir şey öğreten ve bitmeyen bir kitaptır. Bir anne ve hasta yakını olduktan sonra yaşadıklarım buna kanıt sayılsın….

Nerdeyse 40 yaşında ve bayağı hamileyim. Ailemizde ve etrafımızda tekrarlayan düşüğü ve bebek kayıpları olan insanlar var. Bu nedenle bebeğe hiçbir eşya almıyoruz. Ben haftaları sayıyorum. Kafamda eşik hafta değeri 28 hafta; sanki onu atlatınca hiçbir şey olmayacak. Nerdeyse yedinci aya kadar bebeğin bir çöpü bile yok. Hatta bebeğe gelen hediyeler eşime rahatsızlık veriyor. O ailesinden gelen kötü öykü nedeniyle ben ise mesleki kötü tecrübelerden dolayı hiçbir gelecek planı yapmıyoruz. Sadece son aylarda 3-5 parça kıyafet ve eşyaları alıyoruz. Elbette, aksi bir durumda bu eşyalarla baş başa kalmak hiç hoş değil ama gerçekçi olmak lazım; bu aksi durum beklentisi çocuk büyüse de hiçbir zaman bitmiyor. Bugün 40 yaşındayım ve annem her sokağa çıktığımda hâlâ “dikkatli ol, otobüste yanındaki içecek verirse içme“ diyor (sanki herkes Nuri Alço!). Bu nedenle yakınlarımda ne zaman hamile birini duysam, küçük bir bebek hediyesi alıp yolluyorum ve herkese umutlarını yüksek tutmalarını diliyorum. Ayrıca birinci haftanın sonunda günde 6-7 kez kaka yapınca hiçbir kıyafetin yetmediği tecrübeyle görülüyor.

Amniosentez konusu tam bir muamma. Kâğıt üstünde 35 yaş üstüyüm. Down sendromu için yüksek riskliyim. Kafadan “amniosentez yaptır” diyen çok. Bir doktor 3’lü test diyor, diğeri 2’li test diyor, dörtlü de var galiba. Allahım ya 5’li de varsa evrende ve ben bilmiyorsam!!! Zaten ultrasonda kalbinde hiperekojen odak görülmüş, eskiden down sendromu belirtisi sayılırmış, şimdi anlamı yokmuş ama yaşım da çokmuş. Gerçi ultrasonda başka bulgu yokmuş ve testlerim süpermiş ama risk var mıymış? Varmış. Doğruca perinatalogun yolunu tutuyoruz. Doktor çok tatlı ve sevecen yani olması gerektiği gibi. “Bahar, teorik risk var, o kadar çok amniosentez yapıyoruz ki, sana yaptığım bunların içinde haklı sebebi olanlardan olur” diyor. Bu arada 20-21 hafta arasıyım (biraz geç) ve bebeği hissedebiliyorum. Ama amniosentezin de riski var. Bu risk nerdeyse benim tekrar hamile kalabilme oranım kadar. Ölümlerden ölüm beğen. Doktora güveniyorum ve yaptırıyorum; gerçekten çok çabuk ve ağrısız oluyor. Sonuçlar da iyi çıkıyor.

Bugün düşündüğümde garip olan, bebek anormal çıkarsa ne yapacağımı düşünmeden amniosenteze karar vermiş olmam. Akdeniz anemisi nedeniyle izlediğim ve nakil olabilmesi için kök hücre kaynağı olarak ikinci çocuğa karar veren bir hastam vardı (bu şekilde tarif edince yedek parça doğuruyormuş gibi kulağa kötü geliyor ama inanın ki hiçbir anne bebeğini o şekilde karnında taşımaz). Her şey planlanmıştı. Örnekleme yapılacak; bebek hasta mı değil mi anlaşılacak. Hastaysa tahliye edilecek vs. Anne, karnındaki bebeğe test yaptırmaktan vazgeçti. Bana, “bir tane hasta baktım, bir tane daha bakarım, o benim evladım” demişti. Bebek hasta çıkmadı vs. Diyeceğim o ki, bu tür hayatî kararlarda gebe anne adayının sağlıklı (?) bir karar vermesini beklemek doğru değil. Kulaklarımdan hormon, mutluluk fışkıran ben o gün eleştirdiğim anne gibi bir karar verebilirdim belki de.

İlk 4 ultrasondan sonra kızımız bize arkasını dönüyor, bir daha da göstermiyor. Meyva suyu içiyorum olmuyor, seviyorum dönmüyor. Yok yok yok. Doktor, “olabilir, bazen hiç görmüyoruz” diyor. Hayır olamaz bence; ben doktorum, doktorların başına hep kötü şeyler gelir ve bunun altında kesin bir sorun olmalı. Ya yüzünde bir anomali varsa ya tümör varsa… Bekle ve görden başka yapacak şey yok. Annem ve eşim de ben ortamı nasıl gerdiysem, beni rahatlatmaya çalışıyorlar: “Çocuğun yüzü vardır canım; aaa, tabii vardır kızım; yüzsüz mü olacak?” (iğrenç espriler serisi)…

Geçen sene yaklaşık bu zamanlar kızım doğdu. Ama hemen öncesi…

İlk sıkıntı anestezi seçimi epidural mi genel mi olmalı konusunda çıktı. Hekim de olsan, bin doğuma da gisenrmiş olsan bilemiyorsun. Zaten kafan hormondan bir dünya olmuş, imkân yok doğrusunu bulmaya. Doktorun söylediğine inanan, “ağrısız doğummuş, süper” diyen, başka da bir şey bilmeyen anne adayı olmak istiyorum. Doğuranları arıyorsun, anestezistlere soruyorsun; herkes başka bir şey söylüyor. Epiduralin düşük de olsa tutmama ihtimali var. Dura yırtığı olup başağrısından delirme ihtimali var. Kadın-doğum uzmanım süper; ondan hiç sıkıntım yok, bu nedenle eline de güvendiğim için daha çok genel tarafındayım. Hem de o kadar çok oksijensiz kalma durumuna acil müdahele yapmışım ki doğum odasında, bebeğine yapılan ben olursam epidural anestezi durumunda ameliyathane masasından kalkıp koşarım ya da deliririm gibi geliyor. Herşeyi biliyor, en kötüsünü bekliyor olma durumuyla, o dönemde epidural komplikasyonu sonrası başağrısı yüzünden intihar etmeyi düşünen arkadaşımızın hali birbirine eklenince genel anestezi galip geliyor.

İyi bir sezaryen, sağlıklı bir doğumdu. Çok mutluydum, süperdi vs demiycem, hem sıkıcı, hem de aksi bir ifade abesle iştigal olur.

Hastanede işler beklendiği gibi gitmedi, şiddetli bir kanama ve direkten dönüş diyebilirim. Klasik bir durum; “bir komplikasyon bir doktoru asla atlamaz”

Bebek deli gibi emiyor ama ve bir klasik: SÜT YOK. Beni yetiştiren hocamın dediği ve benim de hastalarıma hep söylediğim “anne Montofon değildir, arada sırada mama vererek rahatlayacaksa, onları rahat bırakın; süt psikozuna girmesinler” cümlesi geliyor aklıma. Ama ben o sırada Montofon, Holstein ve ne cins varsa onu olmak istiyorum, zira beynimdeki anne çipi çoktan aktifleşmiş durumda. Kill Bill’de rakibini gebelik test çubuğuyla korkutan Uma Thurman gibiyim. Daha çok bir vahşiyim…

İkinci gün de süt olmayınca Deniz’e 30 cc mama veriyorlar, bir kerede lüpletiyor. O zaman doğa neden bana ilk günde bir kere de 30 cc süt vermiyor Allahım… Halbuki bebek midesi ilk günlerde sadece 5 cc kadar ve kolostrum (ilk süt) bu konuda yeterli. Ama bunu sen ne kadar bilirsen bil, yaşayınca anlıyorsun. 30 cc mamayı yutunca uyumayan ve sakinleşmeyen bebek anneyi emince uyuyakalıyor kucağımda…

Süt olsun diye yaptıklarım

Günlük 5.5 litre su-rezene çayı-anason çayı-Still tea her çeşidi- dereotu-kimyon-alkolsüz bira-kaşık kaşık çemen otu-imnu arpa kahvesi-kompostoların her çeşidi-ısırgan otu çayı-ısırgan otu/mısır unu lapası-annemin yaptığı her türlü otun çorbası ve tavası-günde 1 bağ kıvırcık salata-helva-soğan-ananas suyu-fenugreek tablet-bulgur pilavı. Bir işe yaradı mı? Bence hayır.

Annelere söyleyebileceğim tek şey, “yapabiliyorsanız takmayın, fırsat buldukça uyuyun, evde size yardım için gelenlere yardım etmeyin, bazen biraz gamsızlık iyidir”. Ve süt vermenin genetik bir bileşeni olduğunu da unutmayın (Bkz. natural born Holstein).

Kızım ilk ay gayet iyi kilo aldı. İlk haftalar bebeği gece de olsa 3-4 saatte bir uyandırın diyoruz ya, ben de aportta bekliyorum her emzirme saatinde. Deniz üçüncü haftanın içindeyken bir gece 5-6 saat uyanmıyor, emmek istemiyor. Aklımdan gece 4.00’te geçen hastalıklar; sepsis ya da menenjit oldu: hastaneye gidelim. Ağlamaktan harap oluyorum, ağlarken bile bir saçmalık olduğunun farkındayım ama prolaktin kafası nasıl yaptıysa beni, ağladıkça ağlayasım geliyor. Yatağa dönmediğimi fark eden eşim gelip ne olduğunu soruyor ve olanları anlatıyorum. “hayır saçmalamıyorum, hastanede bana gelse tüm testleri yaparım, hayır yatmayacağı, lütfen çocuğu geri getir, tamam söz yatıyorum”. Yaklaşık yarım saat sonra Deniz kendisi uyanıyor ve aç kurtlar gibi saldırıyor, bu sefer de sevincimden ağlıyorum. Diyeceğim o ki, siz o doktorları dinlemeyin, çocuğunuz hasta gözükmüyorsa ellemeyin, insanoğlu küçüğü de olsa geceleri uyuyan bir varlık.

Eşim bir ara süt üreticiliği ile ilgilendi, bana bakıp ”Ne olursa stresten oluyor, süt olsun diye geriyorsun kendini, bizim hayvanlar da stres olduklarında 3 hafta sütleri kesiliyor” dedi. Bir fayda olsun diye söylenen bu laf benim duyargalarım tarafından “evlendim de ne oldu, bu kötü günümde beni de büyükbaş yaptılar” feryadına dönüşüyor. Yazık eşime, yazıkmış hakikaten…

Bugüne kadar belki binlerce anneye “şöyle emzireceksin böyle emzireceksin” diye saatlerce diskur çeksen de neymiş; nasihat-musibet olayı doğruymuş.

Evde bir hassas tartı; sabah, öğle, akşam, emme öncesi, sonrası, eşim ve annem görmediği her fırsatta kızımı tartıyorum (beni tartıyı götürmekle tehdit ettiler). İkinci ay nedenini bilmediğim bir şekilde Deniz anne sütü almak istemedi. Mama istemedi, biberon istemedi. Hiçbir şey istemedi. Bu sefer kesin menenjit olmuştu, çünkü idrarı da azaldı. Lakin çok aktif, emme refleksi var, dolaşımı iyi, muayenede bir sorunu yok. Anne sütünü sağıp kaşıkla verdim. Vermez olaydım.

Biz polikliniklerde “aman biberona alıştırmayın, memeyi bırakır” diyoruz ya, o her bebek için geçerli değilmiş. Ben açıkçası birkaç kez zor da olsa biberonla anne sütü vermiştim, yalancı memenin envai çeşidini denememe rağmen almamıştı. O dönemde kimse benim çocuk doktoru olduğuma inanmıyor olmalı ki; en geç torun sahibi olan anneannemize, daha tecrübeli kardeşlerinden gelen baskılar ve eşimin doktor kardeşinden gelen uyarılar sonucu anne sütünü sadece çay kaşığı ile vermeye başladım. Normalde poliklinikteyken biz de annelere aynı şekilde tavsiye de bulunuruz. Keşke bu tavsiyeye uymaz olaydım. Deniz bir daha anne memesi almadı, geceleri de 4 aydan sonra reddetti. Ben elimde bir süt pompası, biberonlar ve sevgili çay kaşığımla kalakaldım ve yaklaşık 1 yıl günde 7-8 kez süt sağıp Deniz’e kaşıkla anne sütü içirdim. “Biberonla beslenmede süt daha hızlı aktığı için bebek alışır anne memesini istemez” denilir, oysa ki anneden bazen yenidoğan biberonuna göre daha yüksek debide süt gelir, ayrıca her ikisinde de emme hareketi vardır. Kaşıkla beslenen çocuk emmenin nasıl bir şey olduğunu unutuyor, velhasıl kızım da unuttu. Ara ara tekrar alır mı diye denedim ama hiçbir zaman istemedi. Hâlâ da hiç kimseye müdânaası olmayan karakterde bir çocuk. Evdeki 3 ay çok sorun değildi, ancak çalışma ortamında bu süt sağma işinin kolay olmadığını söylemeliyim.

Sonuç olarak her bebeğin karakteri farklı: bir bebek iştahlıysa ne biberon, ne anne memesi, ne kaşık fark etmiyor, hepsini alıyor. Ama iştahsız bir bebekse size gelecek hayatınızda başarılar dilerim.

Annelik çipi stres altında doktor çipini inaktive eder

Her ne kadar kitaplar, “yüzükoyun yatırmayın” dese de kızım yüzükoyun yatmaya bayılıyor ve hemen uykuya dalıyor. Hiç kitabî değil durum; kusma, aspire etme ve boğulma riski var. Bu durumdan o kadar rahatsızım ki solunumu takip eden ev tipi apne monitörü araştırması içindeyim. Ama yine baba tarafından engelleniyorum. En sonunda yaptığımız; uykusu iyice derinleşene kadar başında bekliyor, sonra çeviriyoruz. Kendi dönebilmeye başladıktan sonra da nasıl yatırırsak yatıralım, yüzükoyun pozisyonda bulduk. Buradan her çocuk yüzükoyun yatabilir mesajı çıkmasın. Diyorum ya; her çocuk farklı.

Tabii buradan “güzel güzel uyudu” mesajı da çıkmasın. Şu anda 15 aylık olmamıza rağmen hala gecede 2-3 kez uyanıyor. İlk aylarda gaz sancılarımız oldu, hiçbir gaz sancısı ilacına inanmadığım için denemedim bile. Biliyordum ki uykusuzluktan bitap düşen annelere ne dersek diyelim, onlar çeşitli gaz ilaçlarını denerler. Genelde kendiliğinden düzelme zamanı olan 3-6 ay arası sorun ortadan kalktığında o sırada kullanılan ilaç kahraman ilan edilir. Peki ama ne yapacaktım o zaman? Poliklinikte her hastaya şakıyan ben, lal oluverdim (Annelik çipi stres altında doktor çipini inaktive eder!!!). Evde kolik CD de çaldık, ninni de söyledik, hayır, dememe rağmen anneanne tarafından sallandık bile. Hastaların arabada, fön makinesi ya da elektrik süpürgesi ile sakinleştiklerini ve benim kolik ağrıyı ailelere açıklarken bu yöntemleri önerdiğimi hatırlamam epey geç oldu. Bir gece uyandığında fön makinesini açtım ve 5 dakika sonra Deniz uyumuştu. Kendime epey bir söylendim. Uzun bir süre bu şekilde uyudu. Daha sonra ben ninni söylerken ve en son durumumuz: Bir ninni CD’miz var, kızımızı öpüp yatağa yatırıyoruz, sabah yanına geleceğimizi söylüyoruz, odamızı zifir karanlık yapıp ninnimizi açıp odadan çıkıyoruz, yüzde 90 kendiliğinden 20 dakika içinde uyuyor. Diğer günler de bizimle oynamaya doyamadığı günler ki, tolöre edilmeyecek gibi değil…

Peki ya kundak?

Klasik olarak pediatri eğitiminde öğretilen bilgi, “kundak yapmayın, kalça çıkığına sebep olur”dur. Yıllarca bu bilgi nasıl işlediyse tıp eğitimize ve sonucunda halka, mecburî hizmet de dahil olmak üzere yılda 1 bilemedin 2 kundaklı bebek görür olduk. Deniz eve geldiğinde de anneanne ve babaanneler “kundak yapalım” dediler. Çok itiştik. Fakat tekrar uykuya dalma süreleri 1 saate kadar uzayınca pes ettim. Bayağı bir araştırmadan sonra sadece kollarını saran bir kundak yaptık. Sonuç süper: en az 3 saat uyumaya başladı. Doğumdan sonraki 3 ayda bebekler kol kontrolünü henüz kazanamıyorlar ve anne karnında yüzüyormuş hissiyle bilinçsizce hareket eden kolları kendisine çarparak uyanmalarına sebep oluyor. Oysa bağladığınızda hâlâ rahimde duygusunu yaşıyor. (Birçok kaynaktan edindiğim açıklamanın özeti bu). Annelere ilk 3 ay üst kundaklama öneririm, internette bununla ilgili çok güzel ürünler de var.

Altı ay civarı kızım çok fazla kulağıyla oynuyor, sürekli bir çekiştirme. Bir otoskop ayarlayıp kulağına ve baştan aşağı her yerine bakıyorum.

İç sesim: -Bir patoloji yok annesi… Başka bir derdi mi var acaba?

Prolaktin hormonu olmasa ve ben poliklinikte bu yakınmayla gelen hastanın annesine muayene sonrası ne derdim?

– Kulaklarında sorun yok ama diş çıkma döneminde, diş kaşıntı ve ağrıları kulakta hissedilir ve çocuk sürekli kulağını kaşır.

Tüm meslek hayatım boyunca bu konuşmayı her gün en az 2-3 kez yapmışımdır sanırım. Ama kendi çocuğun olunca pediatrist kafası sadece hastalık düşünebiliyor…

Eşim, “bu çocuğun bir doktoru yok” diyor; ben de “ben doktor değilim, anneyim” diye haykırdığımı hatırlıyorum.

Doğumdan sonra epey yeni kitap okudum, tıp kitabı olmayanları tercih ettim. Ancak kitaplarda şöyle bir sakınca gördüğümü söylemeliyim. Kitaplardaki öneriler bazen çocuklar için, çoğunlukla anne babalar için iyi olduğu söylenen şeyler. En popüler başlıklar: Bebeğiniz nasıl deliksiz uyur? Evet büyümesi için deliksiz uyuması gerekir ama bebekler 45 dakikalık döngülerle uyurlar ve uyanmaları doğaldır. Şimdi evlerden uzak kalsın; Ferber -ağlatma- yöntemi bebek için mi iyidir, anne-baba için mi? Ben hâlâgece sık sık uyanabilen bir çocuğa sahip olmama ve yasal iznimden hemen sonra çalışmaya başlamama rağmen kızımı hiç ağlamaya bırakmadım. Bu yöntemi hiçbir zaman da insanî bulmadım.

Yemek konusu ayrı bir soru işareti oldu. Biz Deniz’i 5 aylıkken ek gıdaya başlattık. İlk 1-2 damla elma suyunu tadarken o kadar öğürdü ki, midesi dışarı çıkacak zannetim. Sonraki 1-2 deneme de başarısızlıkla sonuçlandı. Diğer meyva sularından da hiç hoşlanmadı. Yoğurttan nefret etti. İlk sebze çorbasını ise ağzını şaprıdata şapırdata yedi. Şimdi bu durum değişti. Nasıl ki ben tüm üniversite hayatım da dahil olmak üzere barbunya, bamya ve pırasadan nefret ettim ama şimdi bayılıyorum, Deniz de bu yemediği yiyecekleri şimdi daha güzel alıyor. Yiyeceklerle ilgili olarak tat tomurcuklarında bir olgunlaşma oluyor. Sevmediği yiyecekte hiç ısrar etmeyip belki 1-2 ay sonra denemek en doğrusu. Kesinlikle olumlu sonuç elde ediliyor.

Tabii bu yiyeceklerle ilgili önerileri bir daha sorgulamayı ihmal etmedim. Biz doktorlar ne diyoruz?

“Meyve suyu için cam rende kullanın”

“Neden?”

“Vitaminleri daha iyi muhafaza eder”

Bizim medikal arama motorlarımızda, Google Scholar da dahil olmak üzere internet kaynaklarında ve kitaplarda buna dair bir tane çalışma yok. “En azından 100 tane elmayı cam rende ile rendeledik, 100 taneyi çelik rende ile hazırladık, sonra vitamin içeriğine baktık, vitaminler acaip farklı çıktı” gibi birşey… Yok… Annem 64 yaşında; bana aynı öneride bulunuyor. Demek ki en az 40 yılı var bu bilginin, hatta daha eskilerde de var. Çelik mutfak aletlerinin tarihçesine bakıyorum. O da 40 yıldır. Ben 7-8 yaşındayken hayal meyal herkesin eve yeni çıkmış olan çelik tencere setinden almaya çalıştığı hatırlıyorum. O kadar değerli birşey ki, tahta kaşık dışında bir şeyle iş yapsan, kaşığı kafana yersin. Gayet net hatırlıyorum: herşey aluminyumda, bakırda ya da çömlekte pişiyor ondan önce…Vitaminlerin düzey ölçümlerinin 1950’li yıllarda başladığı da biliniyor. Ve 1940’lara kadar taramama rağmen “çelik rende cam rendeye karşı” hakkında bir tane bile çalışma bulamıyorum. Bu durumda bu öneri tamamen bir şehir efsanesi gibi duruyor (Belki hocalarımızın bildiği, biz internet çocuklarının bilmediği çalışmalar vardır). Aklıma gelen ihtimal şu; camdan önce bakır ve aliminyum seçeneği toksik minerallerin bulaşmasına sebep olduğu için önerilmiş bir durum olabilir. Ya da bakır, demir ve çinko gibi eski aletlerde bulunan elementler Vitamin C’nin etkinliğini değiştirdiğinden zamanında söylenmiş ama yenilenmemiş bir bilgi olabilir. Ama bilimsel gerçek şu ki çelik, mutfak eşyaları içinde vitamin içeriğini pişirirken en iyi koruyan malzeme. Meyva püresi ne kadar süre havayla temas ederse o kadar çabuk vitamini kaybeder ve ben çelik rende ile cam rendeden daha çabuk püre hazırlıyordum. Çocuk da zaten püreyi cam kaşıkla değil çelik kaşıkla yiyor.

Benimle aynı gün doğum yapan arkadaşımın çocuğunda yemek problemi var. Esas sorun benim kızıma benzer şekilde iştahlı bir çocuk değil, hem de blendırdan geçmemiş hiç bir şeyi yemiyor. Bu nedenle konunun uzmanına gittiler. Doktoru ben tanıyorum, çocuğu yok. Hayatında hiç bebek beslemiş midir bilmiyorum. Arkadaşıma çok sert bir dille blendırı atması gerektiğini, yoksa hiç bir zaman katı gıda ile beslenmeyi öğrenemeyeceğini anlatmış. Biraz hırpalanmış şekilde beni aradı, “24-36 saat bir şey yemediğini, pütürlü herşeyi kustuğunu” söyledi. Bu çocukta ısrarcı olmak, çocuk için mi iyidir anne baba için mi? Ya da herhangi bir kişi için iyi midir? Blendırla ezilmiş yemek yiyen bir erişkin hiç görmedim, demek ki herkes er ya da geç birgün öğreniyor. Burada dengeler, sizin sabrınız, çocuğunuzun iştahı, dişlerinin çıkması gibi durumlarla kesişiyor. Ben kızım yemediği ya da yedirdiğimi kustuğunda ağlamayı daha yeni bıraktım. Ne kadar çıldırtıcı olduğunu bilirim. Biz çatalla ezmeyi, cam rendeyi, tel süzgeci hepsini denedik. Blendırı da denedik. Bazen hepsini aldı, bazen hiçbirini. Büyüme dönemlerinde daha iştahlı olduğunu gördük. 2 gün isteksiz olup üçüncü gün dolu dolu yiyebiliyordu. Ya da 15 gün kavga ile yiyip 15 gün herşeyi ağzına götürüyordu. Biz (annem ve benden oluşan “baby food team”) yiyecekleri blendırda ilk başta 2-3 dakika, daha sonra 1-2 dakika, sonra 1 dakika çevirdik, en son bir potato smasher ile ezdik. Deniz yavaş yavaş hepsine alıştı. Şimdi küçük köfte, balık, muz ve bisküvi parçalarını diliyle çevirip yutabiliyor. Bu nedenle “blendır yasak” diyerek zaten çocuğunu yediremediği için stresten yanan bir annenin üstüne gaz dökmenin anlamını kavrayamıyorum. Gergin geçen beslenme saatleri daha da bir korku filmine dönmemeli. Her çocuk ve anne farklıdır. Her ev farklıdır. Gözlem yaptıktan sonra bir öneride bulunmak daha doğru. Her hastayı ve çevresini standart önerilerle donatmanın faydası yok. Onkolojide en sevdiğim ve inandığım yöntemlerden biri “tailored therapy”dir. Kişiye özel tedavi; doktordan kişiye özel öneriler… Anne babadan çocuğa özel yaklaşım… Çocuk psikiyatristi arkadaşımın dediği gibi “iyi bir ebeveyn-çocuk ilişkisi çocuğun karakterini olduğu gibi kabul ettikten sonra başlar”.

Bu yeme içme durumuyla uyumlu olarak büyüme gelişme de kitaplardaki gibi gitmiyor tabii ki. “Yemiyor, kilosu düşük, persantili düşük; 2 sd düştü” gibi endişelerimin olduğu dönemdeki resimlere şimdi bakıyorum, bayağı tombikmiş kızım. İşte o dönemde 2.5 ay 1 cm uzamayan çocuk 1 ayda 6 cm uzuyor. Bu durum hiçbir kitapta yazmıyor. Sağolsun eskiler çok güzel diyor; “baharda çocuk boya gider”.

“Bizim kara kitap Nelson’da kaç hastalık var?” diye hesap yapıyorum ve bunlardan birine çocuğun yakalanmama ihtimali yokmuş gibi geliyor. Hani hasta olmak ihtimali milyonda bir değil de olmamak milyonda bir gibi. Yani bende balatalar yanmış durumda. Tüm bunların üstüne kızım ara ara tüm vücuduyla titriyor. En korktuğum şeylerden biri, acaba nöbet mi geçiriyor. Hemen videoya çekiyorum, nörolog arkadaşa gönderiyorum. O da benim gibi psikopat bir baba; “herşey olabilir, hiçbirşey olmayabilir” şeklinde temkinli ve –içime su serpici!!!- bir açıklama yapıyor. Kendi hocam ve iş arkadaşım olan kızımın doktoruna danışıyorum. Onun da 8 ay hiç susmamış, gözlerinden ağlamaktan gerçekten kan gelmiş bir kız büyütme hikayesi var. “Bahar, hiç korkma, bizim kız ilk yaptığında, bundan aşırı ağlama/kolik var, bir de titriyor, kesin West sendromu (epilepsinin bir çeşidi) oldu demiştim, tüm pediatri kitaplarını okudum, hiçbirinde yok, bir yerde rastladım, idrar yapma titremesi” diyor, rahatlıyoruz. Aradan 1 ay geçinde kızımın halası geliyor ve Deniz titrediğinde “Aaa, Bahar bu çiş yaptı, bezini değişelim” diyor. Ah halası, sen neredeydin bunca aydır.

Sonuç olarak

İyi bir psikiyatrist olmanız için şizofren olmanız gerekmez ama tam bir çocuk doktoru olmanız için ebeveyn olmak iyidir. Çünkü her ne kadar sorumlu olduğumuz kişi çocuk olsa da, anlamak zorunda olduğumuz kişiler anne ve babalardır.

Bu yüzden bir hasta yakının istediği kadar saçmalama ve soru sorma hakkı vardır; ben ki bu eğitim ve tecrübeye rağmen bebek karnımda hıçkırırken “bebek havale geçiriyor” diye yorum yapmışsam, hastanın da damarı damar üzerine binebilir.

Bütün bunların içinde enterasan olan kalın kalın tıp kitaplarında anne babaların aklına gelen sorulara dair hiçbir pratik bilgi yer almamasıdır. Ya da benim gibi şanslıysanız; yılların doktorları; ustalarınızla çalıştıysanız onlardan öğrenebiliyorsunuz. Tıp eğitimimin usta-çırak ilişkisinden çıkıp kitap-test-algoritim kimliğine bürünmesi bu açıdan çok sakıncalı. Artık bu tür bilgilerin çoğu, internette bu durumdan daha önce geçmiş kişilerin bloglarında yazılıyor. Çocuğunuzun yüzü mü yok? Korkmayın binlerce annenin de doğumdan önce yoktu, doğumdan 5 dakika önce oldu.