“Bu koca dünyaya bir benim çocuğum mu sığmadı?” Bursa’da Mesut olmak yerine İrem olmayı seçtiği için öldürülen genç bir insanın annesi, Melek Okan, çocuğunun ardından ağlarken böyle sitem etmişti. Ne olurdu ki İrem, arzu ettiği insan olsa? Kimse onaylamak zorunda değildi İrem’i, onunla dost-arkadaş olmak mecburiyeti de yoktu kimsenin. O zaten kendi yolunu bulurdu. Onu kendi bildikleri kalıplara uymadığı için öldürenlerin aksine, kimseyi kendine mahkum etmek değildi derdi.
Yalnızca bu ülkede değil, dünyanın her yerinde LGBT bireyler tehdit altında. Yaşam hakları, çalışma hakları, cinsel kimliklerini dillendirme hakları ellerinden alınıyor. Çünkü toplumun vazettiği kalıplara uymuyorlar. Hemen her toplum onların varlığını kendine yönelik bir tehdit olarak algılıyor ve yok ederek ya da bir köşeye sıkıştırarak her anlamda “engin” fantaziler geliştiriyor. Cinsellikten şiddete her alanda kendi sınırlarına onlara hayat hakkı tanımayarak erişiyor toplumlar. LGBT bireyler değil, kendinden farklı olana reva gördüğü şiddet çözündürüyor toplumu da onun sözüm ona sımsıkı sarıldığı ahlak kurallarını da…
Şimdi şehre bir film geldi. Daha doğrusu İstanbul bir film yaptı… Adı Benim Çocuğum… Çocuklarına güvende olabilecekleri bir dünya inşa etmek için yola çıkan ebeveynlerin kurdukları LİSTAG’ın (LGBT Aileleri İstanbul Grubu) öyküsünü anlatıyor. “İstanbul bir film yaptı” dememin sebebi, filmin her aşamasında yüzlerce insanın canla başla, sırf bu film mümkün olsun diye mucize gibi bir dayanışma sergilemiş olmaları. Can Candan’ın yönetmenliğini üstlendiği, alabildiğine kalabalık bir ekibin yapımına emek verdiği belgeselin derdi LGBT bireyleri anlatmak değil. Hatta hak savunuculuğu da ikinci planda. Filmin öncelikli derdi, bu denli muhafazakar bir toplumda, aile ocağına çocuğun eşcinsel ya da transseksüel olduğu bombası düştükten sonra yaşanabilecekleri akla getirmek.
Bildiğimiz dünyada, bu haberle eve gelen çocuk en iyi ihtimalle dışlanır. Kötü ihtimallerin sonu yok. İşkence görebilir, istismar edilebilir, öldürülebilir hem de en yakınları, en çok güvendikleri tarafından. Bildiğimiz dünyanın bu şiddete bahanesi çoktur… İçinden ahlak, namus, şeref, utanç gibi kelimeler geçen yüzlerce cümle kurulur. Benim Çocuğum ise, kurulmasını umut ettiğimiz “başka bir dünya”da, gene de ve herşeye rağmen, haberin hanede yaratacağı yıldırım etkisinin nasıl onarılabileceğini, hatta bu onarım sürecinin bir “aile”yi nasıl yeniden inşa edebileceğini anlatmak.
Teker teker kamera karşısında geçiyor ebeveynler. Çocuklarının cinsel kimliklerini nasıl keşfettiklerini anlatmaya başlıyorlar. Her birinin öyküsü, çocuğunun geleceği için duyduğu endişeyle örülüyor. Soramama, yüzleşememe, kabullenememe… Her bir aşama yıllar ve yıllar sürüyor. İki şey dikkat çekiyor ailelerin öyküsünde: Hiçbiri çocuğundan korkmuyor. Korktukları şey, toplumun ona uygulayabileceği şiddet. Bir baba, “Zor bir hayatın olacak” diyor mesela çocuğuna. Bir anne, kendi abisine çocuğunun halini anlatmaya çalışırken yaşadığı arada kalma halini aktarıyor. Ve yine bir anne, sınav kapısındaki güvenlik kontrolü esnasında sıkışıp kalan çocuğuna nasıl hüzünle baktığını anlatıyor. “Kadın polisin mi, erkek polisin mi kontrolünden geçeceğine karar veremedi. Onun orada öylece kalmasına gönlüm razı olmadı. Gittim, elinden tuttuğum gibi kadın polisin yanına götürdüm.”
Filmin en etkili öykülerinden biriydi bu: “Gittim, elinden tuttuğum gibi…”
Bu filmin ikinci dikkat çekici tarafı şu: Bu insanlar daha birkaç yıl öncesine kadar kendilerinden bile saklamışlardı çocuklarının cinsel kimliğine ilişkin endişelerini. Şimdi yalnızca bir araya gelip örgütlenmekle kalmamışlar, kamera karşısına geçip en yakınlarından dünyanın taaa öbür ucuna kadar herkese bu öyküyü anlatmaya karar vermişler. Bu kadar büyük bir başkalaşım için ne denli güçlü bir motivasyona sahip olunması gerektiğini görebiliyor musunuz? Sevmişler çocuklarını, geriye kalanların hepsi bu sayede mümkün olmuş…
Film ortaya çıkar çıkmaz bir takım eleştiriler de gelmeye başladı. Ailenin bütün kötülüklerin temeli olduğu, dolayısıyla LGBT olgusunu aile merkezinde anlatmanın, bu olgunun yaratabileceği dönüştürücü (kimbilir belki devrimci) etkiyi gene muhafazakar aile kurumuna mal ettiği söylendi bu eleştirilerde kabaca… Ama bana öyle geldi ki, film LGBT olgusunun dönüştürücü etkisinin ne denli güçlü olabileceğini, aileyi (bile) bireyle ve bedenle barıştırmanın mümkün olduğunu anlatıyor sadece.
Meselenin ille de ailede bir LGBT bireyin zuhur etmesi olması gerekmez böyle bakıldığında. Çocuğun kendisine dair herhangi bir seçim yaptığı ve bu seçimle kendisi için hayati riskler aldığı -tabii bu yüzden aileyi de riske attığı- her durumda benzer sarsıntılar yaşanır. Ve bir insan topluluğu, ancak bu tür sarsıntıların ardından yeniden ve birlikte bir hayat kurmayı başardığı ölçüde o topluluktaki her birey için bir anlam ifade eder. Bu topluluğa aile demek istemiyorsanız, arkadaş grubu, dost meclisi, cemaat ya da komün ne istiyorsanız diyebilirsiniz. Bambaşka motivasyonlarla yan yana gelmiş olabilir bu insanlar. Ama mesele hayata birlikte devam etme kabiliyetidir. Birey olmaklık durumuyla patetik yalnızlığın eşanlamlı olmaması ancak bu şekilde mümkün olur. Grubun üyeleri yalnızca kendileri olmak için değil, birlikte olmak için de mücadele ederler. “Seninle olmak için kendimden vazgeçmeyeceğim, kendim olmak için de senden vazgeçmeyeceğim”… “Kendim olmak için bu diyarı terkediyorum” da, “Seninle olmak için kendimden vazgeçiyorum” da önemli bir miktar konformizm barındırmıyorlar mı sizce?
Kendi adıma, çocuklarının öyküsüyle yüzleşip sonra da onlar için mücadele eden, hatta kendi çocuklarına benzer başkaları olduğunu düşünüp elleri erdiğince onların ebeveynlerine de ulaşan, onlarla hemhal olan bu insanları aile kurumunun sınırlarına hapsetmeye gönlüm razı değil.
Bir keresinde -Allah rahmet eylesin- dedem bir sebepten tartışırken “Ben anlamadım sen necisin?” diye çıkıştığında, muzırlık yapıp biraz eğlenmek için “anarşistim” demiştim. Dizleri tutmayan, 90’lık dedem fırlayıp “Anarşist mi, çocuklarımı onlardan uzak tutmak için onca yıl debelendim. Memleketi başımıza yıkıyorlardı az kalsın. Şimdi çocuklarımın çocukları anarşist mi oldu?” diye tepinmeye başlamıştı. Yanımda oturan babaannem -çok sever beni, ben de onu- sakin kalayım diye elimi avuçlarına almış okşuyordu. Dedemin halini komik bulup gülerek dedi ki, “Ya hu Dede, bir sakin ol, bütün anarşistler Ayşe gibiyse hepimiz anarşist olalım.”
Benim de içimden öyle geçti işte filmi seyrederken… Dedim ki, aile böyle bir şeyse hepimiz aile olalım. Yalnızca kendi refahı, mutluluğu için değil, yanındaki, canındaki için, bir tek gelecek için de değil, şimdi, hemen, burada birlikte olmak, birlikte yola devam etmek için bir araya gelen insanlar topluluğu ise aile, varım ya… Yerleşik bütün değerlere meydan okuyup, sahip olduğu bütün konforu sırf bir başkasıyla birlikte olmak, onunla aynı yolda yürümek, onun hayatını kolaylaştırmak için riske atacak kadar hayatı önemsemekse ailenin temeli -ki evet bu insanlar hayatı önemsemişler- hemen aile olalım.
Ama hayır, bildiğimiz dünyadaki bir aileden bahsetmiyor bu film. Bu aile kan bağıyla, genetikle vs kurulacak şey değil. Çocuk doğurmakla böyle anne baba olunmaz. Bu aile ancak mücadeleyle olur -ki bu insanlar mücadele ediyorlar- ve mücadeleyle kurulan böyle bir aile binlerce slogandan çok daha devrimcidir.
Not: Gala gecesi, filmden hemen önce Pınar Selek skype’la bağlandı salona… Filmin ilk destekçilerinden biriydi çünkü. Dedi ki “bu film ağır bir kapının kilidine anahtar sokuyor…” O ağır kapının ardında bir tek LGBT bireyler yok. Her birimiz o ağır kapıyla birbirimizden ve kendimizden ayrı düşürülüyoruz. Pınar Selek de o kapının çok uzaklara düşürdüklerinden biri. Bu filmin önemi de burada işte… Öyle acayip teorilere, çok karmaşık cümlelere gerek yok… İnsanlar birbirlerine kıymet verdiklerinde, ağır kapıların hükmü kalkıyor.