Üç ay kadar önce bir akşam, Benjamin Brooks-Dutton yanında eşi ve kucağında bebeğiyle evine doğru yürüyordu… Mutlu sahne bir trajediyle son buldu… Benjamin, eşinin ölümünden sonra henüz bir bebek olan oğluyla birlikte tuttuğu yası anlatıyor…

10 Kasım 2012 günü, akşam 8.00’de 33 yaşında mutlu, evli ve çocuklu bir adam olarak arkadaşlarımın evinden çıktım. Saat 9.17’de aynı caddede bir ambulansın içinde, dul bir adam olarak oturuyordum. Saati hatırlıyorum, üç yıl üç hafta önce oğlumuz doğduğunda da akrep ve yelkovan aynı pozisyondalardı.

Karım Desreen, birkaç gün sonra hastanede hayatını kaybetti. O gün özellikle güzeldi. Desreen’le çok do hoş olmayan bir sürü şey gelmiştir başımıza. Ama o gün o kadar mutluydu ki… Hatta daha birkaç saat önce arkadaşlarımızla sohbet ederken ne kadar mutlu olduğunu söylüyordu.

Bir arkadaşıyla küçük bir iş kurmuş, ofisler için özel tasarım kalemlikler, fincanlar vs. yapmaya başlamışlardı. O akşam biz yemek yaparken bir kenardan elinde prossecosuyla izlemiş, konuşmuş ve gülmüştü. Bill Hayley’in Rock Around the Clock’u eşliğinde oğlumuz Jackson’la dans etmişti. Oradakiler üniversitedeki en iyi arkadaşlarımızdı, sık sık birbirimizi ziyaret ediyor, küçük aile partileri veriyorduk.

Yemekten sora evdekilere hoşçakal diyip evin önündeki merdivenlerden kaldırıma indik. Oğlumuz bebek arabasını pek sevmez, bunun yerine yanımızda yürümeyi, yorulduğunda da kucağa alınmayı tercih eder. Gene de onu arabaya güçlükle de olsa yerleştirip rahat etmesini sağladıktan sonra birbirimize bakıp güldük. İki dakikada bizi yormayı başarmıştı küçücük oğlan.

“Olsun” demişti, “Çok güzel bir gündü, çok eğlendim. Oğlumla gurur duyuyorum.” Ondan duyduğum son cümleler oldu bunlar.

Arabayı ben aldım, önümde oğlum yanımda karım tren istasyonuna doğru yürüyordum. İki adım arkamdaydı sadece. Bir yandan da telefonumun nerede olduğunu hatırlamaya çalışıyordum. Trende mesajlara bakacaktım.

Derken köşeden hızla dönen arabayı gördüm, bugüne kadar gördüğüm en hızlı arabaydı. Çığlıklarımızı duyduğunu bile sanmıyorum. Sonrası boşluk. Oğlumu iteleyebildim öne doğru. Sonraları bu kazadan oğlumun ve benim kurtulmamın büyük bir şans eseri söylendi bana. Öyle miydi gerçekten?

Sekiz yıl önce tanıştığım ve sevdiğim kadını kaybettiğimi bilerek şanslı olduğuma nasıl inanabilirim ki… Henüz bir yıl önce evlenmiştik. Bu kaza bir eşi, bir kız çocuğu, bir kız kardeşi ve bir arkadaşı öldürdü. Fakat asıl önemlisi, bir anneyi öldürdü. Bir annenin zamansız ölümünü, onun bebeğine nasıl anlatırsınız ki?

Gün akşam olduğunda

Bütün bu anlattıklarımı iki yaşındaki bir oğlanın gözünden görmeye çalışın. Desreen’le birlikte çıktık evden, hem annesi hem babası yanındaydı oğlumun. Döndüğümüzdeyse bir tek babası vardı. Annesi, ona hoşçakal bile demeden kaybolmuştu ortadan.

Ona annesinin öldüğünü hemen söylemem gerektiği anlatıldı bana. Oğlumu uyandırıp olup bitenleri anlatacaktım. Öyle de yaptım. Yüzüme baktı sadece. Bir şey söylemedi. Mutsuz görünüyordu. Kafası karışıktı, rahatsız olmuştu. Yaşıtlarından daha konuşkan bir oğlandır benimkisi, ama hiçbir şey demedi. Henüz şoku atlatabilmiş değildim, ona ne olduğunu anlayamıyordum.

Sabah olduğunda

İlk kez geceyi yalnızca babasıyla geçirmenin verdiği kafa karışıklığı yetmiyormuş gibi, gece yarısını biraz geçerken evimize onlarca insan gelmeye başladı. Desreen’in arkadaşları bizi yalnız bırakmamışlardı. Ama ne diyeceklerini, ne yapacaklarını da bilmiyorlardı. Onlara çay ve su ikram ettim. Evde ne varsa işte… Ben konyak içiyordum, çünkü insanların birini kaybedince konyak içtiklerini düşünüyordum. Oğlum yoğurt yedi ve treniyle oynadı, bize çok uzak görünüyordu. Sonunda onu alıp yatağına götürdüm, orada başbaşa kaldık. Biraz rahatlamış gibiydik.

Günler geçerken

Oğlumun en sevdiği üç şeyi bu kaosta kaybetti: Annesi, scooter’ı ve Thomas adlı oyuncağı. Bunlardan ikisini telafi edebilirdim. Ama annesini geri getirmem imkansızdı. Artık düzenimiz de değişecekti. Evi topladık. Büyükanneler, büyükbabalar, amcalar, arkadaşlar, komşular… Herkes onu “Desreen” diye çağırıyordu, “anne” diyen tek kişi vardı. O güne kadar annesini yavaş yavaş unutmaya başladığını düşünüyor, rahatsız bir rahatlık hissediyordum. Ama pek öyle değildi.

Birden bana bir şey oldu. Bir DVD yerleştirdim player’a. Ben ve Holly’nin Küçük Krallığı. Oğlum daha önce seyretmemişti bunu hiç. Bütün karakterlerin isimlerini tekrarlamaya başladı. Anladım ki hiçbir şeyi unutmuş değildi, yalnızca büyükler gibi davranmaya çalışıyordu.

Aylar geçerken

Henüz kendimin ne düşündüğüne, ne hissettiğine sıra gelmemişti. Oğlumu gözlüyordum. Bir kez bile bana annesini sormadı. Kendimi, Desreen’in oğlu tarafından aldatıldığını düşünmekten geri alamıyordum. Sanki hiç yokmuş gibiydi onun için.

Sonunda bana annesini olabilecek en kötü zamanda sordu. Bir an önce sorması için yalvarıyordum, ama hayır ille de o gün sorması gerekiyordu. Üç erkek arkadaş oturmuş sohbet ediyorduk. O an Desreen’den söz etmiyorduk bile. Yanıma geldi ve yüzüme bakıp: “Annem nerde?” diye sordu. Hiçbir şey diyemedim. Tekrarlamaya başladı: “Annem nerde? Annem nereye gitti? Annemi istiyorum. Annemi istiyorum!” Sürekli soruyor ve ağlıyordu.

Yerde çırpınıyor, onu tutmama izin vermiyordu. Sonra biraz daha sakinleşip sanki büyük bir adam gibi iç çekerek, sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Yaşadığım en kötü andı.

Ve sonrası

Oğluma elbette doğruyu söyleyecektim. Bunu nasıl yapabileceğime dair yollar aramaya başladım. Birlikte annesinin fotoğraflarına bakıyorduk her gün. Ama oğlum ölümün ne demek olduğunu bilmiyordu. Hatta bu yaştaki çocuklar “bir gün” ve “asla” arasındaki farkları da bilmiyorlardı. Bir şekilde ona anlatmanın yolunu bulmalıydım.

Ona annesinin gitmek istemediğini, gitmeyi seçmediğini, ama yine de bizden ayrılmak zorunda kaldığını anlattım. Ona bundan sonra benim bakacağımı söyledim. Yetmiyordu. Sürekli tekrarlamak gerekiyordu. Etrafta, onunla ilgilenen herkese aynı şekilde davranmalarını söyledim. “Cennete gitti, o uzakta bir yerde mutlu” gibi cümleler kurmak yasaktı. Hrıstiyan olmama rağmen, cennetten bahsetmemeyi tercih ettim, çünkü oğlum cennetle park arasındaki farkı bilmiyordu.

Cevaplar cevaplar cevaplar

Yastaki bir çocuğa bakarken, onun bütün bunları bir gün unutacağını düşünmek imkansız.

Oğlumu uyuturken ona anlattığım bazı şeylerle hemfikir olmadığı zaman sessizce dinliyor. İtiraz etmiyor hiç. “Jackson, süt ister misin?” sessizlik. Bu sessizliğin itiraz olduğunu biliyorum. “Jackson, hükümetin ekonomiyi düzelteceğini düşünüyor musun?” sessizlik. Fakat annesiyle ilgili meselelerde hiç böyle değil. Bana bir yolunu bulup ne hissettiğini, ne düşündüğünü söylüyor. Annesinden bahsederken ikimiz aynı yaşta oluyoruz sanki.

Bu demek oluyor ki Jackson olup bitenleri anlıyor. Peki anladığı bir şeyi gerçekten unutacak mı?

Öfke nöbetleri

İlk nöbetten birkaç hafta sonra, arkadaşlarımızla bir Pazar sabahı buluştuk, çocuklar oyun oynayacaklar birlikte. Otobüse binmek için bekleyen bir kadını gösterdi Jackson bana. Desreen’e benzemiyordu hiç. Belki biraz ten rengi, ama başka hiçbir benzerlik yoktu. Ansızın olacakları anlamaya başladım. Usulca çektim kolundan Jackson’ın. “Baba, çok sıkılıyorum” dedi. Aslında tekrarlardı bu cümleyi ardı ardına. Ama bu kez tekrarlamadı. Kenara çekilip oturduk biraz yan yana. Fakat yetmedi. Yanımdan kalkıp en yakındaki dükkana koştu. Camları yumrukluyordu. Çünkü annesi yanında olmadığı için öfkeliydi. Günün geriye kalanında oğlum kendisi gibi değildi, öylece içine çekildi.

Öfke sonrası

O günden sonraki gün bambaşka biri oldu oğlum. Birlikte mutfaktaydık. Alışveriş yapmış eşyaları yerleştiriyorduk. Bana annesinin de dahil olduğu fotoğrafları göstermeye başladı. Bunu gösterdiği zaman genellikle onu kucağıma almamı istediğini düşünürüm. Gene öyle yaptım. Birlikte yanına gittiğimiz fotoğrafı eline aldı. Şaşırdım çünkü seçtiği kendisinin ve annesinin birlikte göründüğü fotoğraf değildi. Benim ve annesinin olduğu bir fotoğrafı seçti ve “Zavallı babam, zavallı babam” diye tekrarlamaya başladı. Fotoğrafı dudaklarıma yaslayıp, “Annemi öp” dedi sonra. Çok güzeldi ama bir kez daha böyle bir şey yaşamak istemem.

Sonrasında iki şey oldu oğlumla beni birbirimize iyice yaklaştıran. Işıkları yaktık ve onu odasına götürdüm. “Gece, gece, anne” diye seslendi. Annesinin orada olmadığını biliyordu, ama gene de ona sesleniyordu. Sonra bana şarkı söylemeye başladı bana. Annesinin cenazesinde çalınan şarkıyı söyledi.

Kazanın gerçekleştiği o geceden sonra Desreen oğluna bir kez daha iyi geceler öpücüğü verecek fırsat bulamadı. Ama bu bizi durdurmadı. Her gece birbirimize şarkı söylerken, onun fotoğrafları eşlik ediyor bize. Oğlumla birlikte nasıl da büyüdüğümüzü izliyor.

Kaynak: The Guardian