Okumaya uğraşıp yarıda bıraktığım ilk kitaptı Hobbit. 12 ya da 13 yaşındaydım. Daha önce de bir sürü kitabı yarım bırakmıştım ama başka türlü sebepleri vardı: Kitabı kaybetmiştim ya da zaten kimsenin sevmediği bir kitap olurdu. Ama bu kitabı herkes seviyordu, ben de sevmek için elimden geleni yapmıştım ama olmamıştı. İlk 7-8 sayfadan sonra elimde pırıltılı bir torba çöp tuttuğumu düşünmüştüm. O günden bu yana edebiyatın ne olduğu konusundaki fikirlerim bir hayli değişti, ama bir tek Hobbit hakkındaki fikirlerim değişmedi. Kararlıyım, kılıçlara isim verilen öyküleri okumam…
Bu nedenle, Cumartesi öğleden sonra 3D gözlüklerimi takıp sinemaya kendi irademle gitmiş değilim. Öneri eşimden geldi. Mızıldandım. Cevap sertti: “Çocuklarla onların istediği bir şey yapmıyorsun hiç!” “İstemediğim bir sürü şey yapıyorum, ama hiçbiri üç saat sürmüyor” diye cevap verdim ama ikna edici olamadım. En küçük oğlumu Hobbit için sinemaya götürdüm.
Biletleri alırken gişedeki çocuk büyük mavi Gollum-gözlerinin ardından bana dik dik baktı. Durumu çakmış gibiydi.
Daha filmin başladığı dakikalarda 3D’nin görüntü kalitesiyle ilgili bir sorun olduğunu düşündüm: Görüntüde karanlık derin boşluklar vardı ama oranlar problemliydi. Cinler ve küçücük mobilyalar tarafından çevrelenmiş Gandalf olması gerekenden büyük gibiydi. Oysa daha kısa olmalıydı. Köşeye bir telefon kutusu koyarak izleyiciye perspektif vermeye çalışmışlardı galiba, ama hayır işte olmamıştı.
Öykü ilerledikçe kitabı okurken neler düşündüğümü hatırladım. Sorular üşüyüyordu kafama: Nasıl bir zamandı bu böyle? O elmalar ne elmasıydı? New York’tan mı bahsediyorlardı?
Oğluma baktım onaylamayan bakışlarla. 3D gözlüklerinin ardından minyatür Bir Kim Jong-un (Kuzey Kore’nin yeni devlet başkanı) gibi görünüyordu. Bakışlarımı tekrar perdeye döndürdüğümde şapkalı kocaman bir kadının hemen önümde durduğunu gördüm. Perdenin neredeyse yarısını kaplıyordu. Gandalf ona doğru konuştuğunda anladım ki o da bir cinmiş. Gözlerimi kapattım. Gerisini hatırlamıyorum.
Saatler sonra eve döndüğümüzde sorguya çekileceğimi biliyordum. Durumu biraz hafifletmek için en küçük oğluma birlikte yemek yapmayı önerdim. Bu arada birbirimize öyküler anlatabilirdik. Önerimi kabul etti.
Akşam saat 9.00’da yemekten sonra tatlılarımızı yerken tekrar filmden bahsetmeye başladık. Karım sordu: “Hobbit nasıldı?”
En küçük oğlum: “Fena değildi aslında.”
“Dalga mı geçiyorsun?” diye heyecan yaptım, “Bence çok iyiydi.”
En büyük oğlum sordu: “Ciddi misin?”
“Çok iyiydi hem de. Taşlar birbirleriyle kavga ediyor, insanlar kartalların boyunlarında oradan oraya uçuyor.”
Ortanca oğlum sordu bu defa: “Ne diyorsun, gidelim mi biz de?” Sanki biraz şüphe eder gibiydi.
“Hemen yarın gitmelisin” diye başladım cevaba: “Yalnız bir problem var, filmdeki bazı karakterlerin aksanları uykumu getirdi. Direnemedim, uyudum ben de. Filmin ortalarında bir yerinde uyandım ama sonra gene uyumuşum.”
Ortanca oğlum çaktı meseleyi:
“Bir saniye, seni uyutan bir filme gitmemizi mi tavsiye ediyorsun?”
“Ama ben bütün filmlerde uyurum” diye cevap verdim, “Bu bir eleştiri sayılmaz.”
Büyük oğlum sordu bu defa: “O kadar kısa bir öyküden, üç koca filmi nasıl çıkarttılar?”
“O kadar da kısa sayılmaz” dedim ben de.
Karım itiraz etti: “Nereden biliyorsun, okumadın ki kitabı.”
“Kahretsin, haklısın, okumadım galiba…”