Demet Sunar Caferzat, “Anaokulu Yaratıcılığı Öldürür mü?” diye sormuş.

Yazının tamamını okuyunca Caferzat’ın ‘anaokulunun yaratıcılığı kesinlikle öldürdüğü’ yönünde çok kesin bir kanaate sahip olduğu anlaşılıyor.

Öyle ki başlık bir soru şeklinde atılmış olmasına rağmen yazarın aslında bir soru sormadığı, bir tartışma yapmadığı, yalnızca sahip olduğu bu çok kesin kanaati paylaştığı söylenebilir. Söz konusu yazı içinde sorunlu bulduğum bazı yerler var, hepsini tek tek ele almayacağım. Bunlar içinde beni en çok rahatsız edeni aşağıya alıntılıyorum:

“İşte bu yüzden anaokulları, serbest oyun oynamanın çocukların en temel ihtiyacı olduğu gerçeğine değer vermeyen, bunun yerine çocuğun orada geçirdiği her dakikayı aktiviteye boğarak illa ki ona bir şey öğretmeye çalışan; bahçesindeki mis gibi çimin üzerine yapay çim döşeyen ve böylece çocukları üstü başı kirlenmeden eve gönderebilen (kirli giysi = sinirli anne), kışın soğuk, yazın sıcak diyerek koca koca bahçelerine çocukları çıkartmayan (hasta ya da düşen çocuk= sinirli anne) ve onları saatlerce dört duvar arasına kapatan; bir çocuğun elinden değil de öğretmenin elinden çıktığı aşikar, kalıp şablonlar üzerine yapılmış el işi faaliyetleriyle çocukları evine yollayan yerler.”

Caferzat’ın tarif ettiği türden anaokulları elbette vardır, olabilir. Hatta burada anlatılandan daha kötüleri de muhakkak vardır. Anlamadığım şu: yazar nasıl olup da bütün anaokullarının, şüpheye yer bırakmayacak şekilde aynı tutuma sahip olduğunu iddia edebiliyor?

Böyle bir iddiada bulunabilmek için ya tek tek tüm anaokullarını gezip görmüş olmak ya da varolan anaokulları içinden temsili bir örneklem seçip bunlar üzerinde detaylı araştırmalar yapmış olmak gerekmez mi? Anlaşılan o ki yazar “ilk anaokulu travmam” diye bahsettiği, bir anaokulu ziyareti sırasında edindiği izlenimlerinden yola çıkarak bütün anaokullarını aynı kefeye koyup hepsini bir kalemde silip atıyor.

Aslında bu yazıya yanıt olarak konuyla ilgili yapılan, daha önce okuduğum araştırmalardan örnekler yahut istatistikler verip yaratıcılığın gelişmesinde okul öncesi eğitimin önemine değinen bir yazı yazabilirdim. Bunu yapmayacağım. Zira küçük çaplı bir internet araştırması bile konu hakkında pek çok akademik rapora, araştırmaya, uzman yazısına erişmek için yeterli olacaktır. Bu nedenle ben de bazı anaokullarının yaratıcılığı öldürmediğini, aksine beslediğini düşünmemi sağlayan bir örneği burada paylaşmakla yetineceğim.

Yanlış anlaşılmasın, ‘anaokulları yaratıcılığı öldürmez’ gibi kesin bir yargıya sahip değilim. O yüzden bu yazının başlığı “Bazı Anaokulları Yaratıcılığı Öldürmez” diye atıldı.

Örneğimiz kızımın Feneryolu’ndaki anaokulu. Daha önce “Güle Güle Anne: Ekin’in Okula Alışma Hikâyesi” başlıklı yazımda bu okuldan, neden bu okulu seçtiğimden bahsetmiştim.

Seçimimde yanılmadığımı zaman bana gösterdi.

3,5 yaşındaki kızım Ekin tam bir yıldır bu okula devam ediyor. Kızım bu okulda geçtiğimiz Eylül ayına kadar hemen her gün neredeyse yalnızca oyun oynadı. Havanın müsait olduğu her fırsatta öğretmenleriyle birlikte okul bahçesindeydi çocuklar. Yapay çimi olmayan, her mevsim bol çiçekli bu küçücük bahçede sümüklü böcek arayıp çiçek diktiler, diktikleri çiçekleri sulayıp önce büyümelerini sonra da solmalarını izlediler.

Bahçeye atlayan kedileri kovaladılar. Bol bol hoplayıp zıplamanın, şarkılar söyleyip eğlenmenin yanında bazen ufak tefek elişi faaliyetleri de yaptılar. Pek de öğretmenin elinden çıkmışa benzemiyordu yapılanlar. Bir gün evde tırtıklı makasla kestiği elişi kağıdını, üzerine üç tane göz yapıştırdıktan sonra bana “uzaylı fare yaptım” diyerek uzatırken gerçekten keyifli görünüyordu kızım.

Oyun grubundan 3+ yaş sınıfına terfi ettiği günden beri ise Ekin’in yaratıcılığının köreldiğini hiç ama hiç düşünmedim. Aksine, bir okulun, o okulun öğretmenlerinin bir çocuğun yaratıcılığını bu derece besleyebildiğini, algılarını bu derece açabildiğini, merakını bu derece körükleyebildiğini gördükçe şaşırdım.

Ekin bir gün uyumadan önce odasındaki lambaya baktı ve “anne, Dali gibi düşündüm, ne düşündüm söyleyeyim mi?” dedi. İlk şaşkınlığım bu oldu. Merakla “söyle bakalım” dedim. “Bence lambanın içine ampul yerine yumurta takıp Dali gibi resmini yapalım”. Okulda Dali’nin resimlerine bakıyorlarmış meğer. Baktıkça Dali’nin pek çok resminde yumurta veya kelebek çizimleri olduğunu öğrenmiş. Dali’nin komik bıyıklarıyla eğlenip gülüyorlarmış. O günden beri yüzüne Dali bıyığı çizdirmeye, Dali gibi düşünmeye devam ediyor.

Ne olduğunu anlamadığım bir çizimini bana gösterirken “Anne bak arabanın üzerinde balina çizdim, gerçeküstü olmuş mu?” diyor. “Ipad’de Picasso’nun resimlerini açar mısın bana?”, “Benim yanağıma göz çizer misin anne? Picasso’nun resimlerine benzemek istiyorum.”, “Dali’nin leylek bacaklı filleri var ya hani, biz de fil hortumlu leylekler çizelim mi?”, “Picasso olsaydı benim yumurtama bakıp küp çizerdi değil mi?”… Bunlar artık duymaya alıştığım türde cümleler. Bu cümleler karşısında çocuğuma gereksiz bilgiler yüklendiğini, bir şeylerin kendisine zorla ezberletildiğini hiç düşünmedim. Bakmayı, görmeyi ve ayırt etmeyi sanatla tanışarak öğrendiğini düşündüm.

Meral öğretmen gibi çılgın bir sanat tarihi öğretmeni, bir anaokulunun başına geçerse böyle bir okul mümkün oluyor işte. Bu okulda bol bol oyun da var, faaliyet de. Ama faaliyetler kâğıt kesmekten ibaret değil. Seramik yapıyorlar örneğin. Bu seramikleri bazen tamamen serbest düşünerek yapıyorlar bazen de Picasso’nun, Dali’nin, Miro’nun resimlerine bakarak. Bazı oyunlar İngilizce oynanıyor, bazı şarkılar İngilizce söyleniyor. Bahçeye çıkıp topluca şemsiye dansı yapıyorlar bazen. Bazen de kar bir türlü yağmıyor diye üzülmek yerine kâğıttan yaptıkları kartoplarını birbirlerine atıp doyasıya eğleniyorlar.

Kızım hafta içi sabah 10:00’dan akşam 16:30’a kadar okulda. Geri kalan ve evde geçen tüm zamanında bol bol serbest oyun oynuyor. Bazen tek başına, bazen 1,5 yaşındaki kardeşiyle, bazen de beni ya da babasını kurduğu oyuna dahil ederek. Bir çocuğun anaokuluna gitmesi bir daha asla serbest oyun oynayamayacağı anlamına gelmiyor. Anaokulunun yanında, okumayı çok sevdiği resimli öykü kitapları sayesinde de geliştiğini düşündüğüm yaratıcılığının, dil ve el becerilerinin oyunlarına nasıl yansıdığına şahit olmak da benim için ayrıca çok keyifli.

Benim gibi çalışan anneler için çoğu zaman anaokulu zaten bir zorunluluk. Neyse ki bu zorunluluk benim deneyimimde beraberinde pişmanlık getirmedi. Tam aksine, çalışmıyor olsaydım da kızımı hiç tereddütsüz anaokuluna gönderirdim. Biliyorum ki çocuğuma verebileceklerim günün sonunda benim bilgim, birikimim ve yaratıcılığımla sınırlı.

Anaokulunun alternatifi bakıcı ya da anneanne-babaanne ise de hakeza. Hayat karşınıza doğru anaokulunu, doğru öğretmenleri çıkardığında çocuğunuzun yaratıcılığı ölmeyebiliyor. Her anaokulu birbirinin aynısı değil. Kötü örnekler üzerinden yapılan genellemeler, günümüzde beslenmeden sağlığa zaten her konuda “acaba doğru mu yapıyorum?” tedirginliği yaşayan anneleri daha da tedirgin etmekten öteye gitmiyor.

Uzun lafın kısası: Anaokulu iyidir, önemli olan doğru anaokulunu seçmektir. Doğrunun ne olduğu ise beklentinin ne olduğuna göre değişir.