Metin Solmaz ve Levent Kayaalp’in üç hafta önce başladıkları söyleşi devam ediyor. Bu hafta mesele derin: Cinsellik, bağımlılık, aile ne demek? Bizde bu işler nasıl yürüyor, nelere sebep oluyor?
Türkiye’de herkes ana kuzusudur. 30 yaşına, 40 yaşına gelir ama babasının yanında ayak ayak üstüne atmaz, sigara içmez falan. Bunu neyle açıklamak lazım?
Bununla ilgili iki kavram var elimizde: Biri bağlanma öbürü bağımlılık. Bağlanma dediğimiz şey çok doğal, tüm memelilerde dolayısıyla insanda da olan, doğal davranış kalıbı. İlk yıllarda bakım veren kişilerle kurulan yakın ilişki. Bağlanma başlangıçta hayatın sürdürülebilmesi için olmazsa olmaz bir şey. Daha sonra büyümenin gerçekleşmesi için de bağlanmanın çözülmesi gerekiyor. Bağımlılığa dönmemesi gerekiyor.
Bunu biraz da yaş gruplarını kapsayacak şekilde anlatır mısınız?
Başlangıçta bağlanma çocuğun çaresizliği ile çok ilişkili. Evrim silsilesine baktığınızda, evrim basamaklarında yükseldikçe yavrunun anneye bağımlılığının arttığını görürsünüz. Balıklara bakın, spermle yumurta suda birleşir balık da ne anne tanır ne baba. Özellikle yumurtayla spermin birleştiği yere göre bağımlılık arıyor. Bu anne bedeninin içinde olursa, bir süre sonra ilişki olması gerekiyor. Mesela kuşlarda bile yumurtanın üzerinde bir süre durmak gerekiyor. Buradan memelilere geçtiğinizde, adı üstünde meme demek anneyle yavrunun doğrudan beslenme ilişkisi demek. Memelilerde bağımlılık ilişkisi daha belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. Kuşlarda kuluçkaya baba da yatabiliyor. Penguenlerde baba oturur yumurtanın üstüne. Mesele sadece ısıtmak. Memelilerde öyle değil. Anne bedeninden besleniyor, dolayısıyla anne ve yavru arasında özel bir bağ oluşuyor. Memelilerde de primatlara doğru yaklaştıkça bu ilişki daha da yoğunlaşıyor ve süresi uzuyor. Gene de bakıyorsunuz bir çita doğduktan bir sene sonra annesinden ayrılıp tek başına yaşayabilir hale geliyor. O konuda insanoğlunun bir temel evrimsel özelliği var. Bu Freud’un söylediği bir şey. Filogenetik prematürasyon. Yani soya özgü bir prematürasyon özelliği var. Vaktinden erken doğuyor insan yavrusu. Anne karnında gelişimini tamamlamadan dünyaya geliyor. İnsan yavrusunu doğduğu an bırakırsanız ölür.
İnsanoğlu ayağa kalktıktan sonra kalça kemiği yeterince gelişemediği için erken doğuruyor, yani ayakta olduğu için erken doğuruyor deniyor, doğru mu?
Bilemiyoruz. Ayağa kalkış birçok şeyi değiştiriyor aslında. Erkek ve dişi ilişkilerini tamamen değiştiriyor.
Tabii tabii. Dört ayak üzerinde yürürken başka bir şey. İki ayak homoerektusun en önemli özelliği, homofabere geçecek oradan. Alet yapan adam, iki eli boş kalıyor. Dört ayakta yürüdüğü sürece alet yapması mümkün değil. Görüş açısı değişiyor. Freud’un tespit ettiği bir şey var. Kadın erkek ilişkisine de başka bir boyut ekleniyor. Dört ayaklı olduğu sürece ilişki birbirlerinin jenitallerini koklayarak oluyor. Bakıyorsunuz hayvanların cinsel ilişki kurmalarında mutabakat var. Östrus döneminde dişinin saldığı kokuları koklayan erkeğin döllenmeye hazır olup olmadığını anlamasıyla gerçekleşiyor cinsellik. Ayağa kalkıldığı zaman burun yerden uzaklaşıyor ve yüz yüze bakış geliyor. Yani ilişki birbirinin jenitallerini koklayarak olmuyor artık.
Cinsel ilişki, üremeden hazza doğru uzaklaşıyor da diyebilir miyiz?
Tabii tabii. İşin içine dil giriyor, kokuyla haberleşme yerine daha çok mimikle haberleşme giriyor. Tabii bunların hangisi önce oluyor hangisi sonra oluyor bilemiyoruz, burada önemli olan insan yavrusunun çaresiz olarak dünyaya geliyor olması. Ne anlamda çaresiz? Kendi kendine beslenemiyor, ısı regülasyonu yok. Zararlı uyaranlardan kaçamıyor. Diğer memelilere baktığınızda en azından avlanmayı bilmese de hareket edebiliyor doğduğunda. Zararlı uyarandan uzaklaşıyor. Bu da insan yavrusunu korkunç bir bağımlılık içine itiyor. Bu bağımlılığın mutlak bağımlılık dönemi var. 0-1 yaş. Burada hiçbir şekilde hareket olmadığından mutlak bağımlılık söz konusu. Bir yaşından, yürümenin başlamasından itibaren hızlı bir şekilde özerkleşme başlıyor. En azından anneden uzaklaşabiliyor. Çocuğun her özerkleşme girişimi anne-babada kaçınılmaz olarak koruma içgüdülerini uyandırıyor. Demin de dediğimiz gibi yürümeye başlayınca hemen tedbirler almaya başlıyoruz. Bunun ölçüsü önemli. Anne babayı harekete geçiren tehlikeler ne ölçüde gerçek, ne ölçüde evham. Mesela bir çocuk getiriyorlar, üç yaşına gelmiş yürümüyor. Sonra bütün tetkikler yapılıyor ve anlaşılıyor ki yürümemesinin sebebi çocuğun hiç yere konmaması.. Bu çok uç bir örnek. Belli ki kötü yerlere gidecek bu ilişki. Tamam, tehlikeler var ama gerçek tehlikeler bir takım tedbirlerle önlenir. Bir de hayali tehlikeler var. Bunlar kişinin kafasının içinde olduğundan hiçbir şekilde kontrol edemiyorsunuz. Ne yapacaksınız? Çocuğu kontrol edeceksiniz. Çocuğu kavanoza koyar kapatırsınız, durur orada çocuk. Bu bizde çok yaygın. Avrupa’da çocuklar yuvadayken bile dışarıda evden uzakta uyuyabilecekleri gezilere gidilir. Kışın kar sınıfına gidilir. Binerler otobüslere kar tatili yaparlar. Her sene öğretmenler, 1-2 de veli gider. Burada düşünün kaç anne ilkokul bir ya da ikinci sınıftaki çocuğunu bırakacak, Kartalkaya’ya ve ya Uludağ’a tatile gönderecek. Bu bize özgü bir şey. Aşırı koruyuculuk söz konusu. Çekirdek aileye döndükçe, anne babalar biraz daha çocuklarını gönderebiliyorlar. Mesela İzmir’de Uzay Kampı var. Uzay Kampı’nın en önemli özelliği çocukların uzayı öğrenmelerini sağlaması değil, anneden ayrılmalarını sağlaması, ev dışında uyumalarını sağlayan bir kamp olması. Çekirdek ailelerde bu daha kolay oluyor. İnsanların kültür düzeyi yüksek, çocuklarının özerkleşmesini istiyorlar. Geleneksel ailelerde karışan görüşen de çok ve orada zaten bağımlılık yukarıdan aşağıya doğru gidiyor. Bizim varoşlarda tekrar geniş ailelere geçildi. Aile apartmanı diye bir kavram var. Orada çok bağımlı ilişkiler var. Çocuklar babalardan ayrılamıyor. Her şey ortak. Yemek ortak yeniyor. En küçük oğlanın evinde yeniyor.
Kentli ailelerde de bu yoğun değil mi?
Orada da bir sürü faktör giriyor. Bir yandan çocuk özerkleşsin diye oraya buraya götürüyor. Bir yandan da çocuk çok kıymetli. Ne deniyor? Bir tane yapalım, tabii bunda kadınların da kaygıları olabiliyor. Tek bir çocuk yapıp, ona sahip olduğu her şeyi vermek istiyor.
Fonksiyonel bir beklenti de var sanki Türkiye’de. Devlet çok sosyal olmadığı için ya da sosyal imkânlar yeterli olmadığı için, yaşlanınca baksın bana, başıma bir şey geldiğinde çocuğum yanımda olsun, diye düşünüyor. Kardeş yapma sebebi de o. Birbirlerine bakarlar, diyor.
Bir meslektaşım var. Bakım gerektiren yaşlılarla uğraşır. Diyor ki Türkiye’de üç çocuk lazım ki yaşlı ebeveyne bakılabilsin. Bir çocuk bakamıyor. Hastaneye yattığın zaman biri yanında refakatçi olarak duracak, biri dışarıda tahlil, ilaç kovalayacak, diğeri de doktorların peşinden gidecek. Bizde koruyuculuk çok fazla. Bu da belki çok iddialı bir laf olacak ama Türkiye’de bireyselleşme Batı toplumlarına göre çok daha az, o yüzden geniş ailelerden söz ediliyor. Türkiye’de insanlar kente gelip kentlileşip daha da bireyselleşeceklerine, daha da kırsal ilişkiler içine giriyorlar ve sonunda şunu da görüyorsunuz: Bilmem ne hastanesinde birisi kötü muamele görünce telefon ediyor ve 60 akrabası gelip hastaneyi basıyorlar. Bu sık rastladığımız ve genç doktor arkadaşların en çok korktuğu şey. Trafikte bir tartışma oluyor, telefon ediyor, 30 kişi geliyor ve ayrı bir hukuk sistemi ortaya çıkıyor orada. Bu neyi getiriyor? Bireyselleşme yok ve bu bağımlılık ilişkilerini güçlendiriyor ve Türkiye’nin toplum olarak da büyümesini engelliyor.
Röportajın daha önce yayınlanmış bölümlerini şu linklerden bulabilirsiniz:
Prof. Kayaalp: Sürekli hastalık icat ediliyor, sağlıklı çocuk tanımı değişiyor