17 Ağustos 1999 Gölcük depreminin yıldönümünde bölgeden yapılan canlı yayınları izledik, depremzedelere dair yürek burkucu öyküleri okuduk, üzüldük. Sonra halimize şükrettik ve klasik tartışmalarımıza geri döndük.

Hâlbuki bilim adamları önümüzdeki on yıl içinde İstanbul’da büyük bir deprem olacağı konusunda yetkilileri ve halkı uyarıyor. Aslında topraklarımızın yüzde 92’si, nüfusun yüzde 95’i, sanayinin yüzde 98’i deprem kuşağında. Yani konu referandum, Kürt Açılımı, ‘soy-sop-boy’ tartışmaları, Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceği gibi konulardan da önemli.

Konu üzerine birkaç gün daha düşünmemizi sağlar umuduyla, bu haftayı deprem tarihimize ayırdım.

Kıyamet-i Suğra

İstanbul’da tarih boyunca pek çok deprem yaşanmış ama kayıtlara geçen ilk depremin tarihi 402. Bizans döneminde irili ufaklı 50’den fazla deprem olduğu sanılıyor. Bunlardan 407, 437, 447, 450, 542 yılında olanlar çok şiddetliydi. 19 Ekim 557’deki depremde Ayasofya’nın kubbe­si hasar gördü. Şehir surları yıkıldı. 740 yılındaki depremde Aya İrini Kilisesi ve birçok büyük bina hasar gördü. İtalya’dan bile hissedilen 989 depreminde Ayasofya’nın batı kubbesi çökmüştü. 1064 yılı depreminde şehrin batısı büyük oranda yıkıldı.1343 depreminde sarsıntılar 12 gün sürerken, 1346 depreminde sarsıntılar aralıksız bir yıl sürdü.

Osmanlı dönemindeki ilk büyük deprem 16 Ocak 1489 tarihinde meydana gelmiş ve fetihten sonra inşa edilen camilerin minarelerini yıkmıştı. İkinci büyük deprem ise ‘Kıyamet-i Suğra’ (Küçük kıyamet) adı verilen 1509 depremidir. Bu deprem gerçekten küçük bir kıyamet gibidir; çünkü sarsıntılar 45 gün sürmüş, 109 cami, 1070 ev, şehir surları, Topkapı Sarayı’nın bazı bölümleri, At Meydanı’nın (bugün Sultanahmet Meydanı) bir bölümü, su yolları yıkılmıştı. Ölü sayısı bazı kaynaklara göre beş bin, bazı kaynaklara göre ise 15 bin civarındaydı. Dönemin padişahı II. Bayezid, Topkapı Sarayı’nı terk edip 10 gün bahçede kurulan çadırda yaşamış, sarsıntılar durmayınca Edirne’ye taşınmıştı. Ama depremin etkisiyle Tunca Nehri taşıp da Edirne’yi seller alınca, depremden kaçılamayacağını anlamıştı.

30 Nisan 1557’deki depremde Fatih Camii büyük hasar görmüştü. 28 Haziran 1648, 6 Şubat 1659, 11 Temmuz 1690, 24 Mayıs 1719 ve 3 Eylül 1754 tarihli depremler de önemliydi ama Kurban Bayramı’nın ikinci gününe rastlayan 22 Mayıs 1766 tarihli deprem 1509’dan sonraki en büyük deprem olarak tarihe geçti. Bu depremde de III. Mustafa şehri terk etmişti. 300 kişiyi bulan can kaybı depremin şiddetine göre çok düşüktü, ancak artçı sarsıntıların sekiz ay (bazı kaynaklara göre 2,5 yıl) sürmesi hem şehrin fiziki yapısı, hem de halkın psikolojik durumu üzerinde büyük tahribata yol açmıştı.

1894 İstanbul Depremi

İstanbul’daki son deprem 10 Temmuz 1894’te öğleyin 12:27’de (alaturka saat ile 4:45’te) yaşandı. O günlerde depremlerin şiddetini ölçen tekniklere sahip olunmadığı için, depremin şiddetiyle ile ilgili bilgiler tahminlere dayanıyordu. Dönemin Padişahı II. Abdülhamit’in daveti üzerine İstanbul’a gelen Atina Rasathanesi Müdürü D. Eginitis ve İstanbul Rasathanesi Müdürü Aristide Coumbary, bizzat kendilerinin yaptıkları araştırmalara, valilerden gelen telgraflara ve o dönemde sahip olunan bilimsel bilgilere dayanarak depremin şiddetine ve süresine ilişkin bir rapor hazırlamışlardı. Rapora göre merkez üssü Yeşilköy açıklarında olan deprem üç bölüm halinde gerçekleşmiş ve toplam 17 saniye sürmüştü. İlk sarsıntı 4,5 saniye sürmüş ve eşyalar bile yerinden oynamamıştı. 8,9 saniye süren ikinci sarsıntı büyük tahribat yapmış, üçüncü sarsıntı ise sadece beş saniye sürmüştü. Görgü tanıklarının anlattığına göre, deprem öncesinde Marmara kıyılarında deniz elli metre çekilmiş, depremden sonra bir tsunami (açık deniz dalgası) olayı yaşanmıştı.

Moral bozmayalım

Rapora göre Yanya, Girit, Bükreş ve Anadolu’nun uzak bölgelerinde hissedilen deprem sonunda İstanbul’da hasar görmemiş ev kalmamıştı. Sansürcülüğü ile meşhur Abdülhamit’in ‘halkın moralinin bozulmaması’ için deprem hakkındaki haberlere sansür koyması yüzünden kaç kişinin öldüğü ya da yaralandığına dair kesin bilgiler elde edilememiştir ama bazı kaynaklara göre 500’e yakın kişinin öldüğü, bir o kadar kişinin de yaralandığı sanılmaktadır.

Depremin ardından Abdülhamit’in 1.500 lira vererek başlattığı yardım kampanyasında toplanan paralar 28 Aralık 1894 gününe gelindiğinde 82.874 altına ulaşmış, bu para depremde ölenlerin ailelerine biner kuruş, arkalarında kalan dul ve yetim çocuk başına beş yüzer kuruş olarak dağıtılmıştı.

Vesveseli Padişah

Bu depremin, vehimleriyle tanınan Abdülhamit’i çok korkuttuğuna şüphe yok. Bu korkudan yararlananlar da olmamış değil. Örneğin Abdülhamit’in başkâtibi Tahsin Paşa’nın anlattığına göre, Şeyhülislam Cemaleddin Efendi’nin oğlu Ahmet Muhtar Bey, depremden bir süre sonra Yıldız Sarayı’na gelmiş ve Dolmabahçe Sarayı’nın kubbesinin depremden hasar gördüğünü, bu yüzden yaklaşan bayramı orada kutlamanın doğru olmadığını söylemişti. Vesveseli Padişah kendisini böylesine kollayan Ahmet Muhtar Bey’i yüklü bir bahşişle ödüllendirmişti. Oysa Dolmabahçe Sarayı’nda böyle bir hasar yoktu. Abdülhamit depremden hemen sonra İtalya’dan beheri 3200 franga iki adet sismograf aleti getirtti, bunlardan biri Kandilli Rasathanesi’ne, diğeri ise padişahın konut olarak kullandığı Yıldız Sarayı’na yerleştirildi.

Trabzon’da bando mızıka

Padişahın evhamı halk tarafından çok iyi bilindiği için depremden sonra imparatorluğun çeşitli yerlerindeki camilerde, tekkelerde, Allahın, Padişahı koruması için dualar okunmuş, adaklar adanmıştı. Ama bu fasıldan yapılan bir iş az daha Trabzon Valisi’nin başını yiyordu. Trabzon’da valiye muhalif eşraftan bazı kişiler tarafından İstanbul’a çekilen jurnal telgraflarında “İstanbul’da Sultan II. Abdülhamit’in Yıldız Sarayı sallandı diye Trabzon’da Vali İbrahim Kadri Bey sevincinden bando mızıka çaldı” diye yazıyordu. Oysa Vali Bey, her hafta cumartesi günü bando çaldırırdı. Abdülhamit, kendisinden beklendiği üzere bu jurnale gülüp geçmedi ve ciddi bir soruşturma açtırdı. Ancak Vali Kadri Bey’in 1903’e kadar görevde kalmasına ve her cumartesi bando mızıka çaldırmaya devam etmesine bakılırsa, Abdülhamit’i, kötü bir niyeti olmadığına inandırmayı başarmış olmalı!

***

Şair ve Varto Depremi

“Afyon garındaki küçük kızı anımsa, hani,

Trene binerken pabuçlarını çıkarmıştı;

Varto depremini düşün, yardım olarak Batı’dan

Gönderilmiş bir kutu süt tozunu ve sütyeni.

Adam süt tozuyla evinin duvarlarını badana etmişti,

Karısıysa saklamıştı ne olduğunu bilmediği sütyeni,

Kulaklık olarak kullanmayı düşünüyordu onu kışın;

Tanrım gerçekten çocukluk günlerinizde mi?

Eşiklere oturmuş bir dolu insan

Keşke yalnız bunun için sevseydim seni…”

İkinci Yeni akımının mensuplarından Cemal Süreya’nın şiirine konu olan deprem, Cumhuriyet tarihi boyunca Varto’da yaşanan üçüncü büyük depremdi. 31 Mayıs 1946’da 6 büyüklüğünde meydana gelen bir önceki depremde, 839 kişi ölmüş, 350 kişi yaralanmış, üç binden fazla yapı yıkılmış ya da hasar görmüştü. 27 Ağustos 1950’de meydana gelen 5,8 büyüklüğündeki deprem iki can kaybı ve yıkımlarla atlatılmış, bunların yaraları sarılmadan, 19 Ağustos 1966 Cuma günü saat 14:20 civarında 6,9 büyüklüğünde ve 10 şiddetinde, 23 saniye süren bir başka depremle sarsılmıştı bölge. Daha sonra uzmanların açıkladığına göre bu deprem, yerin 26 kilometre altında 20 kilotonluk dört bin atom bombasının şiddetine denkti. Depremin en büyük etkisi Muş’un Varto İlçesi’nde görüldü ama Bingöl’ün Karlıova, Erzurum’un Hınıs, Çatak ve Tekman ilçeleri de çok etkilenmişti. Hasarın boyutları günler sonra netleşti: Resmî rakamlara göre sadece Varto’da 2.394 kişi ölmüş, 1.483 kişi yaralanmış, 10 bine yakın ev yıkılmıştı. Varto ilçe merkezi ve 92 köy tümüyle yok olurken, 16 bin kişi evsiz kalmıştı. Hınıs’ta da büyük kayıplar vardı ama neyse ki Varto kadar değildi. Can kaybının bu kadar çok olmasının nedenini “evlerin kalın toprak damlı olması, damlarda yağmur sularını engellemek için kullanılan loğ taşlarının bulunması ve depremin gece olmasına” bağlamıştı yetkililer.

Kazma küreğin önemi

Depremin ertesi günü, ordu birlikleri enkaz kaldırma işine girişmiş, ülkenin dört bir yanında askerliğini yapan marangozlar, dülgerler deprem bölgesine sevk edilmişti. Ama sorun çok büyüktü. 23 Ağustos 1966 tarihli Milliyet gazetesinden, muhabir Özdemir Kalpakçıoğlu’nun haberinden izleyelim tabloyu: “Ve cesetler kokmaya başladı Varto’da. Bugüne kadar bilmezdim kazmanın, küreğin, baltanın bu kadar lüzumlu olduğunu. Boşuna değilmiş köylülerin kazma kürek diye feryat edişleri… Ölüleri de çıkarabilmek için toprağı da tırnaklarıyla kazdıkları… Dalga dalga yükseliyor bu koku Varto’nun üzerinde. Ve vatandaşlar ölülerini koklaya koklaya tespit etmeye çalışıyorlar. Perişanlık, bezginlik, huzursuzluk, göç ve panik havası devam ediyor.”

Alevi-Sünni çatışması

Kalpakçıoğlu’yu okumaya devam edelim: “Elim varmıyor ama yazacağım, yüzüm kızara kızara, utana utana yazacağım. Hani hükümetin ısrarla ‘yoktur böyle şey’ dediği Alevilik-Sünnilik ihtilafı var ya, bunu gözlerimle gördüm Varto’da önceki gün. Yumruklaştılar, ekmek kavgası yaptılar. Yok, Alevilere veriliyor da, Sünnilere verilmiyor diye. Böylesine bir felaket gününde, dinsizin bile insafa gelip acize yardım edeceği bir günde… Bizim bir başka yönümüz bu ama hakikat. Yılların ıstırabı bu. Yıllarca ihmal edildik. Bu memleket, taşıyla, insanıyla, ihmal edilmiş toprağıyla bugün kurban arıyor. Taşı kafalara iniyor ve toprağın insanları bir lokma ekmeğin üzerinde Alevilik-Sünnilik diye bağırıyor. Şimdi Varto’da yüzüm kızarıyor, yerin dibine giresim geliyor…”

Yetkililerin duyarsızlığı

Gerçekten de depremin üstünden 10 gün geçtiği halde hâlâ ekmek alamamış, boğazından sıcak yemek geçmemiş binlerce insan vardı. Hastanelerde bile açlık kol geziyordu. Daha artçı sarsıntılar sürerken yetkililer “hayat normale döndü” demeçleriyle tansiyonu daha da yükselttiler. Hele TRT’nin insani trajedilere dikkat çekmek yerine, “Varto muhabirimizin bildirdiğine göre Et ve Balık Kurumu Ankara’da canlı hayvan alımına başlamıştır. Hayırlı olsun” şeklinde bir haber geçmesi halkı iyice zıvanadan çıkarmıştı.

Daha sonra yetkililer duyarsızlıkta ölçüyü iyice kaçırdılar. (O sırada iktidarda 1965 seçimlerinde yüzde 52,9 oy almış Adalet Partisi vardı, başbakan da Süleyman Demirel’di.) Bazı hükümet yetkilileri “Cenabı Allah’a senet mi imzaladım ben, 19 ağustosta Varto’yu yık diye. Bir felaket olmuş. Ben ne yapayım? Ben mi yıktım Varto’yu? Yaptıklarımızı beğenmiyorsanız yeni bir hükümet bulursunuz…”, “Ahır gibi evler yıkıldı, şimdi bize villa diye yutturuyorlar”, “Efendi sen buraya derdini mi söylemeye geldin, yoksa insanın asabını tahrip etmeye mi?” gibi tahrik edici ve aşağılayıcı lafları birbiri ardına sıralayarak infiale neden oldu. Hatta şikâyetlerini Kürtçe veya Zazaca iletenlere “hayvanların çıkardığı gibi sesler çıkarıyorsunuz” demişti bir görevli. Bir Vartolunun büyük bir ironiyle belirttiği gibi “Varto’nun en büyük şanssızlığı, seçimlere yakın bir zamanda yıkılmaması” idi!

Çadır bile almayan köylüler

Depremden bir ay sonra durum şöyleydi: “Şimdiye kadar yiyecek olarak üç kutu konserve, iki kutu Amerikan yağı ve biraz makarna verildi. Buna iki çuval un ile günde ortalama beş ekmeği katarsanız on nüfuslu bir ailenin haftalardır ne yiyebildiğini anlayabilirsiniz. Depremden sonra giyecek olarak verilenler de şunlar: Bir çocuk pantolonu ve kazağı, iki erkek gömleği ve bir de ceket. Buna yırtık bir battaniyeyi de eklerseniz liste tamam olur. (…) Bu kaza merkezinde, köylü ailelere nispetle daha iyi durumda olan bir ailenin durumudur. Bir de yolu izi olmayan dağ başındaki ailelerin durumunu düşünün. (…) Depremden bir ay sonra köylülerin eline çadır bile geçmemiştir” (Çetin Kocadağ’ın haberi, 5 Ekim 1966, Milliyet.)

ODTÜ’lüler ev inşa ediyor

Elbette olumlu çabalar da vardı. Örneğin deprem sonrasında CHP Muş Milletvekili Nermin Nefçi ile CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, daha sonra MHP’ye dönüştü) Kemal Aytaç yardımların yerine ulaşması için cansiperane çalışmışlardı. Kıbrıs sorunu nedeniyle gönderilen ünlü ‘Johnson Mektubu’nun açtığı yaraları sarmaya çalışan ABD, kutup çadırları gönderdi, Komünist Blok’a Amerikan propagandası yapmak üzere kurulmuş olan Amerika’nın Sesi (The Voice of America) radyosu ABD’de bağış kampanyası açtı. Bu yazıyı yazarken internet arşivinden yararlandığım Milliyet gazetesinin okurları Varto depremzedelerine yardım için 1,5 milyon lira topladılar. (Aynı okur kesimi Hava Kuvvetleri için 17 milyon, Donanma için 23 milyon, 1970 Gediz Depremi için 3,5 milyon, Çanakkale Abidesi’nin yapımı için 1,5 milyon, dokuz ile yapılacak Atatürk heykelleri için 500 bin lira toplamıştı.) Depremde öksüz ve yetim kalan 23 öğrenci, Özel Şişli Koleji’nde öğrenime başladılar. 1967’de sol gelenekten gelen ODTÜ mensubu öğretim görevlilerinden ve öğrencilerinden oluşan bir grup Muş’un Bulanık İlçesi’ne bağlı Korkut Köyü’ne 10 ev yaptırdı. Ama Varto için yapılanların hepsi bu kadardı.

Verilmesi kolay, tutulması zor sözler

Tahmin edileceği gibi basının da halkın da ilgisi kısa sürede söndü. Halka ücretsiz tren yolculuğu vaadi yerine getirilmedi, yetiştirme yurtlarına yerleştirilen çocuklar okullara gönderilmedi, deprem bölgesine gönderilen yardımlar (ve Cemal Süreya’nın şiirindeki süt tozları ve sutyenler), zamanında yerine ulaşmadı, ulaştırılanlar ise ihtiyaç sahiplerine verilmedi, el altından orada burada satıldı.

Yeni Varto’nun başka yerde kurulması gerektiğini öneren jeolog işten atıldı ve raporu hasıraltı edildi. (Söz konusu jeolog, İmar ve İskân Bakanlığı’nın önünde, simit satarak durumu protesto etmişti.) Zaten halk da “Hüda’dan gelene karşı çıkılmaz” diyerek eski yerlerinden ayrılmak istememişti. O günlerde kimse farkında değildi ama derin bir sefaletle örülmüş bu göçebelik tam 45 yıl sürecekti.

İlk konutlar 33 yıl sonra

Yıllarca uyduruk barakalarda, çadırlarda hatta açık havada yaşayan depremzedeler için eski yerleşim yerinde konut inşasına yıllar sonra başlandı. İhalelerdeki yolsuzluk hikâyelerinin sonu gelmedi.

23 Temmuz 1978 tarihli Milliyet gazetesindeki bir habere bakılırsa, o yıl Varto’ya ev inşa etmek için iyi halli mahkûmlardan 100 kişilik bir ekip oluşturulmuştu. Konuya böyle bir anlayışla yaklaşıldığı için ilk konutlar hak sahiplerine ancak 33 yıl sonra (çoğu öldüğü için de mirasçılarına) teslim edilebildi. Üstelik bu yeni evlerin Varto yaşam kültürüne hiç uygun olmadığı anlaşıldı. Çünkü Vartolular, yoksul oldukları için, ahırların üstündeki asma katlarda yaşıyorlar ve hayvanlarının sıcağı ile ısınıyorlardı. Hâlbuki devletin yaptığı evlerde ya ahır yoktu ya da evlerin dışına yapılmıştı. Elbette, Varto gibi, kışların aşırı soğuk geçtiği bir yerde halk ‘hükümet kümesi’ adını taktığı bu evleri kullanamadı. Ama daha kötüsü, beş yıl öncesine kadar yaklaşık 60 depremzede aile hâlâ barakalarda yaşıyor ve sabırla evlerinin teslim edilmesini bekliyordu. Bilmiyorum, bu şansız aileler daha sonra evlerine kavuşabildiler mi?

Kısacası 1966 Varto Depremi ya da siyasal literatürdeki adıyla “Varto Vak’ası” bu ülkede beceriksiz veya kötü niyetli yöneticilerin, 23 saniye süren bir doğal afeti nasıl 45 yıllık siyasal ve toplumsal afete dönüştürebileceklerinin alâmetifarikası olarak tarihte yerini aldı. Devletin bu tavrı, daha sonraki yıllarda ‘Doğu’nun ihmal edilmişliği, horlanmışlığı, kaderine terk edilmişliği’ düşüncesinin pekişmesinde ve ‘Doğu Meselesi’ olarak formüle edilmesinde büyük rol oynadı.

Cumhuriyet tarihinin diğer büyük depremleri:

5 Mayıs 1930 Hakkâri Depremi: 2.500 ölü.

27 Aralık 1939 Erzincan Depremi: 33 bin ölü.

20 Aralık 1942 Niksar-Erbaa Depremi: 3 bin ölü.

26 Aralık 1943 Tosya-Ladik Depremi: 3 bin ölü.

1 Şubat 1944 Bolu-Gerede Depremi: 4 bin öldü.

28 Mart 1970 Gediz Depremi: 1.100 ölü.

6 Eylül 1975 Diyarbakır-Lice Depremi: 2. 400 ölü.

24 Kasım 1976 Van-Çaldıran Depremi: 3.800 ölü.

30 Ekim 1983 Erzurum-Horasan Depremi: 1.150 ölü.

17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi: 17 bin ölü.

 

Özet Kaynakça: Nevra Necipoğlu-Kevork Pamukcuyan, “Depremler” Maddesi, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C. 3, s. 33-35, Kültür Bakanlığı-Tarih Vakfı Ortak Yayını, 1994; Afife Batur, “Bir Depremin Yüzyıl Dönümü”, İstanbul, S. 10, 1994, s. 25-32; Yavuz Selim Karakışla, “İstanbul’da Deprem, Trabzon’da Bando Mızıka”, Toplumsal Tarih, S. 100, Nisan 2002, s.24-25; Mehmet Ö. Alkan “Bir siyasal ve toplumsal felaket olarak deprem”, Toplumsal Tarih, S. 119, Kasım 2003, s.98-99.

Bu yazı taraf‘ta yayımlanmıştır.