Banu K. Yelkovan, Radikal’de yayınlanan bugünkü yazısında futbol taraftarlığı ile çocukluk arasındaki ilişkiyi yazdı…

Bugün tanık olduğumuz, kimimizin bizzat içerisinde bulunduğu ‘şiddet’ ortamının temelleri aslında çocuklukta atılıyor.

Takımların kardeşliği, bizim futbol kültürümüzün sığlığı, yeni bir dünya nasıl yaratırız üzerine uzun uzun konuşmalar yapmayı seven bir arkadaşımızla yemek yerken, küçük kızının sokaktan geçen ezeli rakip formalı bir taraftarı göstererek söylediklerini hâlâ kahkahalarla hatırlarım: “Baba bu senin nefret ettiğin takımın forması değil mi?” Asıl komik olan babanın bembeyaz suratıydı aslında. “Ne nefreti?” filan diye gevelediyse de ok yaydan çıkmış, haber çocuktan alınmıştı bir kere…

Şu meşhur, “Bizim derbimiz hiçbir derbiye benzemez; bu iki taraftarı ayıran ne bir etnik fark, ne politik ayrılıklar ne de din… İki kardeşin derbisi bu” açıklaması üzerine düşünüyorum pazardan bu yana. Gerçekten Süper Kupa sayesinde ligin tam da bıraktığımız noktadan başlayacağını, yarı yarıya tribünlerin hiçbir şeyin çaresi olmadığını, iki takımın da deplasmanda olmasının pek bir şeyi değiştirmediğini görmüş olduk. ‘Futbolu özlemiş miyiz?’ sorusunun cevabı koskocaman bir hayır. Olimpiyat ateşi çoğumuz için o maçta söndü.

Asıl ilginç olan, bize bu derbinin nedenleri her sorulduğunda ısıtıp ısıtıp ‘Irk, din, politika’ diye lafa girişimiz herhalde. Derbimizin nedenlerini bir türlü anlamıyoruz ama aynı klişeden yola çıkarsak iki kardeşin etnik olarak da, dini olarak da, politik olarak da düşman olmasını anormal bulmayan insanlarız netçe itibariyle; futbol neden bizi şaşırtıyor ki? Diğer konularda kardeşler her konuda hemfikirmiş de, sadece futbolda kavga edip duruyormuş gibi bir yanılgı yaratıyor bu.

Al sana Teksas Üniversitesi Çocuk Araştırmaları Merkezi’nin ‘ayrımcılık’ konusunda yaptığı araştırma. Rastgele seçilmiş 4-5 yaş grubu anaokulu öğrencilerine kırmızı ve mavi renkli tişörtler dağıtılıyor. Herhangi bir kıstas gözetmeksizin, tamamen rastgele şekilde. Çocuklar tişörtleri üç hafta boyunca giyiyorlar ancak bu süreyi asla tişört renklerine göre gruplaştırılmadan, eğitim ve aktivitelerine aynen devam ederek, hatta öğretmenlere ‘Kırmızılar, maviler’ şeklinde hitaplarda bulunmamaları önceden tembih edilerek geçiriyorlar. Kısacası tişörtler yokmuş gibi davranılıyor. Üç haftanın sonunda çocuklara hangi grupta olmanın daha iyi olduğu sorulduğunda istisnasız hepsi kendi gruplarını söylüyorlar! Diğer gruba karşı herhangi bir nefretleri yok ama kendi gruplarındaki çocukların daha akıllı ve yetenekli olduğunu düşünüyorlar. Diğer grupta çocukların bazıları akıllı; yaramaz ve kötü olanlar da var! Araştırmayı yürüten Rebecca Bigler, çocukların kategorize etmeye meyilli varlıklar olduğunu, kendilerine benzeyeni daha çok sevdiklerini, bazı konulardan hiç bahsetmeyerek çocukları ‘renk körü’ bir ortamda, ayrımcılık yapmadan yetiştirdiğimizi zannettiğimizi, çözümün hiç konuşmamak değil, aksine anlatmak olduğunu söylemiş.

Derbimizin sorunu sanırım aynı ‘renk körlüğü’ işte. Çoğu futbolsever anne-baba, çocuğunun futbol sevmesi için ona iyi bildiği hikâyeleri anlatıyor. Bu çoğu zaman sadece ‘kendi renginden’ hikâyeler. Bunu yaparken yanlış bir şey yaptığını düşünmüyor. Diğer ‘renkleri’ kötülemiyor bile, sadece yok sayıyor. Sonuçta çocuk istemsizce kendi ait olduğu grubun daha üstün olduğunu düşünerek büyüyor. Günün birinde bir arkadaşta ya da abide mensubu olmaktan daha mutlu olacağı başka bir ‘grup’ bulup takımını değiştirebiliyor ama diğer gruba ait hissettiklerinin rengi değişmiş oluyor. Bu yüzden Nevriye bir gün kraliçe, ertesi gün düşman. Bu yüzden dün Egemen’i övenler, yarın yerin dibine sokuyor. Ha bir de bu hikâyeleri rakibi kötüleyerek anlatanlar var. Düşün!.. Anlayacağınız çoğu şey gibi, bu derbinin kökenleri de çocuklukta. Düşmanlığı bitirmek için belki de sadece çocuğunuza ne anlattığınıza bir daha bakmak gerekiyor. Futbolda, politikada ve diğer konularda.