Deniz kenarında oturmuş, güneşin tadını çıkarıyoruz. Çocuklar denize girdi. Su çok güzel. Yeşil ile mavinin ortasında “iyi ki buralara göç etmişiz” duygusuyla dolup taşıyoruz.

Birden, tepemizde bir helikopter beliriyor. Neyse deyip, devam ediyoruz. Fakat helikopter karşımızdaki adanın etrafında uzunca bir süre tur atmaya devam ettikçe duruyoruz. Sahilde kıpırdanmalar, ne oldu acaba demeler başlıyor yavaştan.

Biz ülkenin en batısında, en “markasında” yaşıyoruz.

– Buralar denince akla ilk deniz ve kum gelir. Bu helikopterin tepemizde işi nedir?

Sorumuzun cevabı geliyor yan şezlongtan:

– İhbar almışlardır kesin, mülteci arıyorlardır.

Demek, artık buralar sadece yıllık izinlerini geçirmek için gelenlerin değil aynı zamanda savaştan kaçan mültecilerin de uğrak yeri olmuştu. Yani, aynı fotoğraf karesine hem güneşlenen hem de iltica etmeye çalışan mültecilerin görüntüleri de girebilirdi.

Peki bu deniz – kum – güneş üçlemesinden, savaş-iltica-mülteci üçlemesine nasıl geçiş yapacaktık çocuklarımızın zihinlerinde.

“Savaş çok kötü bir durumdu. İnsanlar ölüyordu çoluk çocuk demeden. Hayatta kalmak için de bilmedikleri, görmedikleri ülkelere sığınmak için yollara düşüyorlardı.” diye anlatmakla başladık önce.

Sokak Sanatçısı Bansky, “Dismaland”

Can kulağıyla dinledi bizi gençler, çocuklar. Sonra birden helikopter gitti. Pat patlar bitti.

Aranan bot bulunamadı. Biz de kaldığımız yerden devam ettik. Su güzeldi. Açıldıkça açıldık.

Ertesi gün şehrin merkezine indik. Uzun zamandır dinlemek istediğimiz sanatçıyı dinleyeceğimiz için de heyecanlıydık. Koşar adımlarla ilerlerken kaldırımlarda, yerde yatan insanları fark ettik. Bir değil, iki değil. Bir sürü insanı, kaldırımları mesken edinmiş halde gördük. Ve tekrar başa döndük.

Fotoğraf: Ali Öz

Savaş-iltica-mülteci üçgenini düşündük. Yine dilimiz döndüğünce durumu çocuklara, gençlere anlattık. Konser kapısına girdiğimizde büyülü şarkıların etkisiyle deniz-kum-güneş üçgenine geri döndük.

Peki biz “savaşa hayır” derken bu illüzyon şehrinde, ne kadar başarılı olabilecektik çocuk zihinlerinde. İyiliğin ruhlara sinmesinde bizi hangi araçlar destekleyecekti?

Sıkıştığım bu noktada imdadıma Alain De Botton yetişti. “Ateistler İçin Din”(1) isimli kitabında biz unutkan insanoğluna sanatın gücünü hatırlattı.

İnsan unutuyordu. Sürekli ama farklı araçlarla iyiliği ruhlarımıza işlemek gerekiyordu.

Bunun için de kutsal kitapların yerine sanatı koyuyordu ve şöyle devam ediyordu: “Seküler düzen insan ruhuna iyi gelecek kurumlar üretmedi. Bir yetişkin hayata dair sıkıntılarla nasıl baş edecekti? Sanat eserleri bizlere bu konuda müthiş yardımda bulunabilirdi. “

Savaşın vahşetini Picasso’nun Guernica tablosuna bakıp üzerine düşünüp yorumlayabilirdik. İspanya’da Guernica köyünün üzerine Nazi uçaklarının attığı bombalarla paramparça olmuş bedenleri, bir tablo üzerinden anlamaya çalışabilirdik. Çocuklarımızın ruhlarında kötülüğün yerleşmesini önlemeyi, sanatın izinden giderek sağlayabilirdik.

Picasso, “Guernica”

Lise çağlarındaki gençlere “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” kitabı ile vatanseverlik duygusu üzerine konuşabilir, savaşa katılanların bedenen, izleyenlerin ise ruhen nasıl öldüklerini izah edebilirdik.

Ya da Boris Vian’ın Cezayir Kurtuluş Savaşı’nda ölenlere ithafen yazdığı ve yorumladığı “Asker Kaçağı” şarkısını dinleyip

“Üstünüzden atın yoksulluğu,

durmayın bakın yaşamaya,

hepimiz kardeşiz, kardeşiz, kardeş,

ey insanlar, ey insanlar, ey.

İllâki kan dökmek mi gerek,

gidin dökün kendi kanınızı,

size söylüyorum bunu da,

efendi misiniz, kodaman mısınız ne.”

dizeleriyle savaşların çıkış nedenleri üzerine düşünüp vicdani retçilerin dünyasına girebilirdik.

Yaşadığımız düzen bize bu imkanı sunmuyor ne yazık ki. Var olan kurumlar bizleri hayata hazırlamıyor, ruhumuzu okşamıyor. Yalnızız.

Güzel duygularla dolmak için gittiğimiz müzeler bizlere yabancı. Küratörlerin ya da kütüphanecilerin sanat eserlerini sınıflandırma yöntemi duygularımızdan çok uzakta, kronolojik.

Sanat eserleri; şefkat, korku, sevgi ya da kendini tanıma temalı bir yerleştirme ile bizlere sunulduğunda “ateş düştüğü yeri yakar” sözünü boşa çıkarmaz mıydı?

Yaşanılmış, edinilmiş, yüzyılların acısını bizlere aktarabilmiş muhteşem sanat eserlerinin karşısında yaşayacağımız empati bizlere, “Savaşa Hayır” dedirtmez miydi?

***

(1) Alain De Botton, “Ateistler İçin Din”, Sel Yayıncılık