Al Pacino’nun 1973’te Los Angeles Times‘a verdiği bir söyleşi… Bronx’ta geçen çocukluğunu ve çocukluğunun oyunculuğunu nasıl belirlediğini anlatıyor…
Ailem İtalyan, beni bir Katolik olarak vaftiz ettirdiler, ancak Katolik geleneklere göre büyütülmedim. Dağılmış bir aileden geliyorum.
Babam California’da yaşıyor. Dördüncü kez evlendi. Ona karşı daima biraz kızgın oldum, enerji fazlamı ona kızarak attım diyelim, o yüzden aramız hiç iyi olmadı. Öte yandan babamın evi benim yüzümden terk etmediğini de biliyordum. Gene de bu tür şeyler insanda minik yara izleri bırakıyor ve aslına bakarsan hayata rengini de bu tür izler veriyor.
14 yaşımda bir senaryo yazıp kendi filmimi çekmeye karar verdim. Hayatı, seksi, evden ayrılmayı, yaşadığım eski mahalleyi bir çocuğun gözünden anlatacaktım bu filmle. Aslında okula başlayana kadar yaşadığım mahalle hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Büyükbabam ve anneannemle yaşıyorduk. Annem ve büyükbabam çalışıyorlardı. Anneannem ne kendisi dışarı çıkardı ne de benim çıkmama izin verirdi.
Utangaç bir çocuk olduğumu hatırlıyorum. Üç yaşımda annem beni sinemaya götürmeye başladı. O akşamları hatırladığımı düşünüyorum. Neredeyse her akşam gidiyorduk. Sonra kendim gitmeye başladım. Bir filmi seyrettikten hemen sonra aynanın karşısına geçer beğendiğim sahneleri canlandırırdım. Anneannem de evde olurdu, ama beni izlemek yerine başka bir odaya geçerdi. Hatta anneme ‘Al bütün gün kendi kendine konuşuyor” diyerek endişesini de dile getirmişti. Annem, “Merak etme o iyi” diye sakinleştirmişti. Hayatımın ilk yedi yılı boyunca bütünüyle yalnızdım.
Oyunculuk benim doğal halim gibiydi. Bir sinema salonuna doğmuş gibi hissediyordum kendimi. Altı yaşımdayken “Lost Weekend”den tamamını oynayabildiğim sahneler vardı, mesela Ray Milland’ın şişesini nereye koyduğunu hatırlamaya çalıştığı sahneyi oynuyordum. İzleyenleri güldürüyordum, ama niye güldüklerini de anlamıyordum. Çünkü bence ben ciddi bir şey yapıyordum.
Bir gün çok ama çok tuhaf bir şey oldu. 5 ya da 6 yaşımdaydım. Bir filmden bir karakteri oynuyordum. Her zamanki gibi yalnızdım. Birden durdum ve kendime şunu söyledim: “Bu olamaz. Ben çok iyiyim. Kimse bu kadar iyi olamaz!”
Okula başladığımda bazı şeyler iyiye, bazıları kötüye gitmeye başladı. Otorite sahipleriyle aram iyi değildi. Sınıfta çok sıkılıyordum. Ama en azından yalnızlık günlerim sona ermişti. Bir sürü arkadaşım oldu. İlerde yapacağım filmi göstermeyi istediğim bir sürü insan. Fakat başım beladan bir türlü kurtulmuyordu. Sürekli acı çekiyordum, kafam karışıktı.
14 yaşıma geldiğimde, Bronx’a bir gezici sinema geldi. Martı filmi oynuyordu. O kadar iyi bir film değildi belki ama hayatımı değiştirmeye yetti. Daha önce böyle bi şey görmemiştim. Annem sinemaya ve oyunculuğa olan ilgimi destekledi. Paramız oldukça Broadway oyunlarına gitmeye başladık birlikte. Mahalledeki junky’ler gibi olmamam için elinden geleni yapıyordu. İyi okuyan bir kadındı, çok duyarlıydı ve sürekli gözü üstümdeydi.
Evden ilk kaçtığımda 11 yaşımdaydım, sonra bunu sık sık tekrarladım, çünkü mutsuzluğumdan ancak bu tür şeyler yaparak kurtulabiliyordum. Annem buna bile anlayış gösteriyordu, çok güzel, sevgi dolu bir ilişkimiz vardı.
16 yaşıma girdiğimde sağlık sorunları yüzünden çalışmayı bıraktı, bu defa ben ona destek olmak zorundaydım. Aktör olmakla ilgili hayallerimi bir kenara bırakmamı istedi benden, artık desteklemek bir yana böyle bir şeyi aklımdan geçirmeme bile engel olmaya çalışıyordu.
Evi terk ettim, bir işten bir işe dolaşıp durdum, elime geçen parayı eve gönderiyordum. Ama hiçbir işte uzun süre tutunamıyordum. Anneme çok yakında büyük bir iş çevirip zengin olacağımı ve ona iyi bakacağımı söylüyordum. O zamanlar gözümde en önemli meslek teknik ressamlıktı, ben de ona teknik ressam olacağıma söz veriyordum. Ama bana hiçbir zaman inanmadı…
Annem 43 yaşında öldü. Birlikte çok zaman geçiremedik. Son zamanlarda onu ne kadar özlediğimi fark ediyorum sık sık.
Gururum hayatta bir sürü şeyi gözden kaçırmama sebep oldu. Bu yüzden sürekli ondan kurtulmaya çalıştım. Buna ne kadar çaba sarfettiğimi bilemezsiniz. Gururumu yenmek için babamı ziyaret ettim. O zamanlar Baba filmini çekiyorduk. Çok tanıyabildiğim söylenemez onu, ama kötü biri değil gibiydi. Ama kimseye baba diyebilecek durumda değildim. Ona ilk adıyla seslendim bu yüzden. Ama bundan da pek hoşlanmadım.
Birinin bana, annemin baktığı gibi bakmasını özlüyorum. Ne yaptığınızın hiç önemi yoktur, anneniz size bir anne gibi bakar. Sizi gerçekten gördüğünü bilirsiniz. Fotoğrafınızı değil, sizi görür. İşte öyle bakılmasını istiyorum bana.
Ama babamlayken de bir tür aile duygusuna sahiptim, kan bağı yüzünden belki de… Bu bağı hissetmek Baba’daki rolümü çok kolaylaştırdı. İşin güzel tarafı, babamla olmak annemi daha yakından hissetmemi sağladı.
Annem ölmeden hemen önce Greenwich Köyü’ndeki küçük gösterilerde rol almaya başlamıştım. Olmadık şeyler yapıp insanları güldürmek, ayrıca ayakkabı boyamaktı görevim. Bu arada oyunculuk dersleri almaya koyuldum İlk hocam Charlie Laughton’du, bana nasıl oynayacağımı gösterdi. Şiir okutuyordu teatral bir biçimde.
Oynadığım ilk gerçek oyun Israil Horowitz’in The Indian Wants the Bronx adlı oyunuydu. Sonra hep oynadım. 1971’de Panic in Needle Park’taki oyunumla eleştirmenlerin desteğini aldım… Baba filmi ise hayatımın en önemli rolüydü…