Soma “katliamının” ilk günü olayın televizyondan ve sosyal medyadan gelişmelerini takip ederken hırsla bir yazı yazmıştım. O zaman daha içeride 15 yaşında bir çocuk olduğu iddiası vardı. Yazı bunun üzerine kuruluydu. Sonra bu iddia yalanlandı ve ben yazıyı rafa kaldırdım. Sonra iç dökmek için yazdım kendi kendime. Bir nevi hesap sorma, eleştirme, kızma, delirme hali hâkimdi yazılarda. Kendime mukayyet olamıyordum.
Hele ki günden güne ölü sayısı arttıkça ve iddialar, olaylar çirkinleştikçe üzerimdeki delirme hali giderek arttı. Sonra bir iç sıkıntısı oturdu yüreğime hiçbir şey mutlu etmez oldu. “Neyin var?” diyenlere “Bilmem, iyi değilim” diyordum. Bu tür felaket zamanlarında medya mesajlarına maruz kaldıkça daha da kötü hissediyordum. Sonra George Gerbner’ın “Kültürel Göstergeler” araştırmasındaki “kötü dünya sendromu” aklıma geldi. Sosyal medya ve görsel, işitsel medyadaki enformasyona bağımlı hale geldiğimiz bu tür felaket durumlarında, bu sendromu yaşıyor olma olasılığım yüksekti. Bir de tabii biz insanların empati kurma yeteneği, acılara ortak olma ve aynı gözden bakmayı sağlıyordu.
Gerbner, başlattığı “Kültürel Göstergeler Projesi” ile kitle iletişim alanına çok önemli katkılarda bulunmuş bir profesör. 1967’den bu yana Amerika’da televizyonun kültürel çevremizi nasıl etkilediğini eleştirel çalışmalarla ortaya koymuş. Amerika’da televizyon içeriğinin büyük oranda şiddet ve cinsellik ile seyircilere sunulduğunu, izleyicilerin de bu içeriğe günde dört saatten fazla maruz kaldıklarında “kötü dünya sendromu” yaşadıklarını iddia etmiş.
Öyle ki çok nezih bir semtte yaşayan orta yaş üstü bir kadının gidip kendine silah satın almasının nedeninin aslında televizyonda izlediği şiddete maruz kalan, kendi profiline benzer kişileri görmesi olduğunu incelemiş. Ve bir sürü başka çalışma ile kitle iletişim araştırmalarında çığır açmış.
Empati yeteneği sayesinde insan, görsel işitsel medyada maruz kaldığı enformasyonun tümünün kendi başına da gelebileceğini zanneder. Bu bizi insan yapan ve olumlu olarak kullanıldığında karşımızdaki ile ilişkilerimizi geliştirebileceğimiz bir yeteneğimiz. Ben bunu yetenek demek istiyorum, hatta belki de sadece insana özgü bir yetenek. Ama maalesef her insanda bu yetenek yok. Ben bu yeteneğimi ilk kez fark ettiğimde ilkokul birinci sınıftaydım. Annemin bir arkadaşı vardı Gülay teyze, sık sık görüşürlerdi onun kızı Başak da benim iyi arkadaşım olmuştu. Okuldan sonra onlara gitmek için can atardım.
Gülay teyze harika sahanda yumurta yapardı, hala yumurta kırarken hep aklıma gelir ve neden onun gibi yapamadığımı sorarım kendime. Evlerine kaçıncı gidişimizdi bilmiyorum. Ancak aklıma sormak gelmişti, “Başak, baban nerde?” sorusunu. Bir suskunluk olmuş, konu değiştirilmişti. Eve dönerken annem yolda, Başak’ın babasının olmadığını, öldüğünü söylemişti. İnanamadım. Detaylarını bilmemekle beraber annemlerin daha sonraki konuşmalarından 1983 yılında Zonguldak’ta taş kömürü ocağındaki grizu patlamasında öldüğünü, Başak daha 3 yaşındayken Gülay teyzenin kızını alıp ailesinin yaşadığı ve bizim bulunduğumuz Lüleburgaz’a döndüğünü öğrendim.
O günlerde tuttuğum günlüğüme hep Başak ile ilgili yazılar yazdığımı hatırlıyorum. Kendimi onun yerine koyup babası olmadan nasıl yaşadıklarını anlamaya çalışıyordum. Bir gün Başak’a, “benim babam senin baban olabilir, üzülme” demiştim. Bana çok kızmıştı. Annesine sarılıp ağlamıştı sonra da benim annem bana kızmıştı “neden böyle bir şey söyledin?” diye. Bana onu söyleten kendimi onun yerine koyup sık sık düşünüyor olmamdı.
Birinin kendini bir başkasının yerine koyarak düşünmesi, davranması bir duygusal zeka göstergesi. Olaya karşısındakinin bakış açısıyla bakabilmek, ona onu anladığını göstermek ve olayı içselleştirmek, bir yetenek.
Soma günü beni bu kadar sıkan içimi daraltan, kendimi oradaki insanların yerine koyarak bir bir herkesin acısını içimde hissediyor olmamdı. Baba diye ağlayan çocuklar, evladını kaybetmiş analar, kardeşini arayanlar, cesetleri teşhis eden konu komşular, arkadaşlar, tanıdıklar hepsi çaresizce ağlarken tarif edemediğim duygular yaşıyordum. Birileri ise çıkmış insanlara, acılarınızı nasıl alırdınız? türünden açıklamalar yapıyorlardı. Sundukları ise, tekme, tokat, açıklama ve istatistikten fazlası değildi.
İşte bunları gördükçe kendime mukayyet olamıyordum çünkü benim yaşadıklarımı başka insanların nasıl yaşamadığını da anlamaya çalışıyordum. Yapılan açıklamalardaki fütursuzluk, olay yerindeki gövde gösterileri, atılan tokatlar, savrulan tekmeler, söylenen yalanlar bana empatinin gerçekten bir yetenek olduğunu bir kez daha göstermişti, herkeste olamayan türden bir yetenek!