Geçen sonbaharın son günlerinde vuku buldu Bulut Nart. Ilık bir Ekim günüydü haberi aldığımızda. Eylül güneşi gibi sürprizliydi. Yağdı yağacak yağmur öncesi beliriveren sıcaklık gibi. O günden bu güne bir koca yıl geçti. Her gününde Uzunçorap’a yazacağım farklı bir yazı fikri buldum. Sonra unuttum. Zaten hamileliğim boyunca yüzer geçer bir kikiriklik bulutuydum, bebek gelince evrimin kadınlara ne mene bir kazık attığını da birinci elden tecrübe ettim. Hormonların yarısının söküp aldığı aklımın kalanını da uykusuzluğa hediye ettim. Üç ay temel motor becerilerle hayatta kaldım. Hayatımın bu evresini elektrik süpürgesi sesine “Bebek ağlıyor,” diye koşturan tombul bir sebze olarak tamamlayıp, “Duel of Fates”i ıslıkla çalma becerisi elde ettikten sonra bebenin gaz sancıları son bulunca kısmî olarak insanlar dünyasına adım attım.
Bundan kelli o güzel “makûl insanlar” hanesine giremeyeceğim, orası kesin. Zira zaten içimde hep var olan “manyaklar gibi sevme” arızası artık kendine toplumsal olarak kabullenilen bir nesne bulmuş vaziyette. Bu arızaya sahip olanlar bilir, nesnesi mühim değil, mesele bir sevgi oburluğu meselesidir. Bir yazarı, yaptığın işi, dostlarını, sevgililerini, aileni, evini, gezmeyi, bir yemeği, öğrenmeyi… Sevdin mi suyunu çıkarma ihtimalin çok yüksektir. Ancak hayat seni ehlileştirir. (Ki bence iyi bir şeydir bu.) Bazı sevgilerini “ayarlamayı” öğrenirsin. Ama şimdilik, birkaç ay daha açıktan açığa, sonra gizli gizli (çocuğu da manyak etmeye gerek yok, tamam biliyorum, vurmayın) ayarsızca sevebilirim.
Douglas Adams, son teslim tarihlerine bayılırmış, özellikle de gelip geçerken çıkardıkları yumuşak sese. Ben de giriş, gelişme, sonuç üçlüsüne bayılıyorum. Yan yana çok şirin görünüyorlar. Benim yazılarda girişi ara ki bulasın. Misal, koca üç paragraf geçmiş hâlâ konuya gelememişim. İşte bunlar hep ayarsızlık.
Konumuz anneanneler. Aslında anneler ve kızları. Zira hamilelik ve doğum, baba kişisi “Biz hamileyiz,” ortakyaşarlarından “Haanııım çocuk ağlıyor” bildirgeçlerine kadar uzanan yelpazenin neresine düşerse düşsün, bir kadın meselesi. İster yavrunuzu bir Kibele anaçlığında beklemiş olun ister benim gibi “Yok yeaa, ne değişçem. Sonuçta evrim milyonlarca yıldır bunlardan üretiyor. Tamam seveceğim tabii ama sonuçta milyar tane yavrudan biri. Sakin takılırım ben,” diyen ve doğum sonrası on gün boyunca baba kişisiyle uyumadan bebenin başına dikildiğinde kendine şaşıran aymazlardan olun… Değişiyorsunuz. Az, çok, öyle ya da böyle.
Bu arazi, mayınlı arazi. Şimdi kutsal “analık makamı”na hakaret etmek istemem ama var böyle bir makam. Tüm kadınlık halinin üzerine örten, gizleyen, kimliksizleştiren bir kutsal makam. Bir başka deyişle kutsallığımızı doğumla tescillediklerinde kendimizi kaybetmiş sayılıyoruz. İki dakika rahat verilmiyor bünyeye. Zaten hayatımızın tokadını yemişiz (teşbihte hata olmaz, buyurun):
Bir de üstüne hamilelik öncesi kendiniz olarak geçirdiğiniz tüm o yılları çöpe atıp, bir anda aydınlanarak “ana” olmanız bekleniyor. “Let there be light!” dedi adam Tanrı. “Oldu canım, görürsem söylerim,” diye yanıtladım.
Yok öyle bir aydınlanma anı. Birkaç saat önce neysen osun, bir de yanında küçük Karamürsel sepetin var. Uykusuzsun, duruma göre saatlerce sancı çekmişsin ya da seni alıp kesip biçmişler. İçinden insan çıkmış yahu! Ve “ruhunun bu uzun karanlık çay saatinde”, damdan düşen senin halinden ancak damdan düşen anan anlayacak.
Ama “Houston, bir sorunumuz var.” İki düşme arasından geçmiş onlarca yıl. Dam farklı, düşme biçimleri farklı, düşenler farklı. Ve sadece deneyimler üzerinden hareket edilebilen bu anda, nasıl olacak da yıllardır özlemle o torunu bekleyen anneanne kişisi ile yeni doğurmuş anne kişisi birbirlerini üzmeden, kırmadan, ortaklaşa çalışabilecek? İşte sevgili Watson’cuğum, bunu becerebilirseniz çok acayip bir şey oluyor. Annenle ilişkin değişiyor, dönüşüyor, bambaşka bir “şey” haline geliyor. Ve bu, belki de en çok ihtiyacın olan şeylerden biri.
Peki nasıl olacak?
Öncelikle eşeklik etmeyeceğiz. Kimse yıllar boyu uğraştıktan sonra tam da senden kurtulmuşken “veledine” bakmak zorunda değil. Ola ki annen bir tür mucize eseri böyle bir deliliğe kalkışmak istemiş (benimkinin deyimiyle anneannelik hakkını kullanmış), tam rahata ermişken ilk ayında üç ile beş kilo arası, dördüncü aydan itibaren en az yedi sekiz kiloluk bir kütleyi günde en az sekiz saat kucağında taşımaya karar vermiş, bir de bundan mutlu olduğunu iddia edecekse, hiç ellemeyecek, bu “delirium” haline şükredeceksin.
İnsanlığın milyonlarca yıldır tecrübe ettiği ancak her birimiz için yine de eşsiz bir deneyim yaşadığımızı fark edeceğiz. Evet zor, evet yorgun, uykusuz, perişanız. Muhtemel ki hepimiz bebek dışında bir dolu dünya derdi ile boğuşuyoruz. Bu, durumu değiştirmiyor. Günde iki saat uykuyla ayakta durup, sabaha kaka temizleyerek başlıyorsak bunun bir karşılığı olmalı. O yüzden gülmeyi deneyin. Bir kere elinizde gerçekten çok komik bir yaratık var. Bizimki elini keşfettiğinde kırk beş dakika büyülenerek seyretmişti. Kaka yaparken Jabba the Hutt’a benziyor. Şapşik kelimesi vücuda gelmiş, evde sizi bekliyor. Ne duruyorsunuz? Gülün, dalgasını geçin kardeşlerim. Sonra bu eğlenme haliyle kendinize bir bakın. Emin olun bizler de gülünecek haldeyiz. Bazen trajikomik olabilir ama olsun. Kendimizle ve annelerimizle de eğlenmekte fayda var. Bırakın onlar da sizinle dalga geçsinler. Birbirimize gülmezsek bu hayat hakikaten yaşanacak gibi değil.
Her ne kadar tıp değişse de uykusuzluk ve yorgunluk bu işin değişmeyen sabiti. Şu an yaşadıklarımızı bir de yirmi otuz yıl öncesinin koşullarında annemizin çektiğini, eğer Türkiye’de gerçekten sıra dışı bir aile değilsek bunu bir de koca denen adamın yüküyle birlikte sırtladığını fark edeceğiz.
Bir üst maddede anlaştıysak, tüm bu süreci ortak bir kadınlık hali olarak baştan kurgulayabiliriz demektir. Ortaklık demek anneannenin de bu iradeyi göstermesi demek. Bu noktada, yazar incecik bir buz üzerinde yürüdüğünün farkında olarak anneannelere şöyle yapacaksın böyle yapacaksın demeyecek elbette. Bunun yerine annemin yaptığı ve minnettar olduğum şeylerin bir listesini yapacağım. İsteyen anneanneler, babaanneler ve bilimum büyük ebeveynler feyz alabilir.
Annem doğumdan bir ay önce yanıma geldi. O günden beridir yedi aydır dört gün ayrıldık.
Yedi aydır, her gün, beni “gerçekten” dinledi. Uzun uzun sohbet ettik. Endişelerimi, isteklerimi, hayallerimi anlattım. Bunların içinden bebekle ilgili olanları özenle cımbızladı, kendi kendine bir liste oluşturdu ve o listeyi evin kuralları olarak belledi. Örneğin öylesine bir sohbette flaş ışıklarının bebeklerin gözlerine zarar verdiğini söylemişsem Bulut Nart doğduğundan itibaren şahin kesildi, kimseye flaşla fotoğraf çektirmedi. Doğumla ilgili en büyük endişem, bebek gelir gelmez hastane odasının insanlarla dolması, bebek, ben ve babasının duruma alışacak vakti olmadan misafircilik oynamak zorunda kalacağımızdı. “Ben hallederim,” dedi ve ilk bir saat bizim bebekle baş başa kalmamızı sağladı. Kısacası, zaten çok acayip bir kadın olan annem, neredeyse on yıldır bir torun istemesine rağmen gelecek bebeğe değil kızına, bana odaklandı. Sardı, sarmaladı, kolladı.
Bir kez olsun, “Niye böyle yapıyorsun, şöyle yap,” demedi. Bir şeyi doğru bulmuyorsa yumuşakça “önerdi”. “Çocuk üşüyecek,” yerine “Acaba biraz soğuk mu oldu, ne dersin?”, “Dışarı çıkarırken şunu mu giydirsem?”. “Bana şu pişik kremi biraz fazla yağlı gibi geliyor. Başka bir tane denesek mi?”. Tüm kararlarda “yetki ve sorumluluğu” bana verdiğini hissettirdi. Tabii ki yüzde doksan dokuz onun düşündüklerini yaptık. Eh, bizimki zaten şahane bir manüplasyon ustasıdır. En sonunda verdiğin kararın kendi fikrin olduğunu bile düşünürsün. Bu, sevgili büyük ebeveynler en şahane taktiktir. Kullanınız.
Ben hormonlardan maymuna dönmüşken sağlam bir gerçeklik kayası oldu. Sakin kaldı. Sütüm azalmaya başlayıp da kucağımdaki minik, sinirli şeftali emmemeye karar verdiğinde ben göz yaşlarıyla ne yapacağımı düşünürken “Amaan, her bebek büyür. Gerekirse mamayla büyür” demesini bildi. Anne sütü diye içimiz dışımız mıncıklanırken, sütün iki yıl boyunca güldür güldür akmayabileceğini ve bunun da dünyanın sonu olmadığını hatırlattı. Gaz sancısıyla iki saat ağlayan bebeğin başına dikilip “Hastaneye götürelim,” diye tutturduğumda “Saçmalama,” deyip, bebeyi kucağına alıp “Git, uyu,” diye buyurduğunda iki saat uyku uyuyan bir insan evladının daha aklı başında davranabileceğini biliyordu tabii.
İşten döndüğümüzde oğlanı bize devredip “ortalıktan kayboldu”. Yahu bunca yıllık annem, hâlâ nasıl becerdiğini bilmiyorum ama isterse küçücük odada bile “görünmez” olmayı becerir. Baba kişisiyle benim, oğlanla geçireceğimiz özel zamanlar yarattı. Bunları benden daha büyük bir özenle korudu.
Kısacası başka türden bir anneanne oldu. Hem anne, hem anneanne. Bir tür süper kahraman. Neden olmasın?