Bugün beni zaman yolculuğuna çıkaran bir kitapla başladım güne: “Balıkçı Osman”. Kendisi Almanyalı ama muhtemel bir İstanbullu olan, İstanbul’u seven Anna Hofmann tarafından özenle yazılıp çizilmiş bir kitap.
Balıkçı Osman, peşine karnı çok acıkmış iki martının takıldığı bir pılı pırtıcı balıkçı. Pılı pırtıcı, çünkü denizden balık dışında her şeyi yakalıyor. Bizim zavallı martılarsa, Osman’ın peşinde, akılları akşam yemeğinde. Acaba Osman bunca pılı pırtıyla napacak, martıların karnı nasıl doyacak?
32 sayfadan oluşan kitap, tadı damağınızda kalacak kısacık bir öyküyle anlatıyor derdini. Ve resimler! Her bir sayfayla kendimi hayaller aleminde buldum. İnsanı içine çeken, okurken zihninizden anılar, sokaklar, sesler, yüzler bulup getiren bir kitap “Balıkçı Osman”…
Sanki kitabın içine girip, bizim pala bıyıklı Osman abiyle dertleştim, köprüde yürüdüm, martıların sesini duydum, vapurların köprülerini gördüm. Sokak kedilerini okşadım, Marmara’nın mavisini, suyun üstünden bile görünen çöpleri gördüm. Sadri Alışık oldu sanki biraz, sonra yürüdük Osman abiyle, iskeleye kadar. Bana mevsimsiz balıktan dert yandı, bir de gelmeyen gemilerden. Güzel bir İstanbul turu yaptık onunla, sonra durduramadım kendimi bir mektup yazdım ona…
Biliyor musun, Osman abi, ben de size benziyorum biraz. Bu kenti sevmek konusunda şüphem yok, “kaçayım buralardan” kişisi değilim ben. Son güne kadar durup, gördüğüm her an nefesim kesilircesine tarihi yarımadayı izleyebilirim. Cihangir’de gün doğumunu bekleyebilir, Çengelköy’de güneş batsın isterim. Galata’dan aşağı yürürken içimi bir sevinç kaplar, Tophane’nin katilleri bile kaçıramaz keyfimi. Bilirim bu şehirin sahibi değil onlar. Aksaray desen bir curcuna, Beyazıt Meydanı’nda gençliğimi bulurum, Samatya’da bisikletten inmeyen bir çocuk ben. Madam teyzenin kedileri, kilisenin zangoçu, caminin dutları, sokağın neşesi, güzeli.
Beyoğlu özgürlüktü bir vakit, şimdi uzak kaldı. Adalar, okulu kırmalar; Kadıköy, babanın elini sıkı sıkı tuttuğun bir vapur; 81300 Moda, unutamadığım adres. Sirkeci bir cennet, her yer rengarenk. Boza Vefa’da içilir, ilk aşk Beşiktaş’ta güzel. Mayıs’ta erguvan güzeli, yağmurda pek mağrur…
Kötülük yok mu dersen, İstanbul sihirli bir ayna derim görmek isteyene… İçinde hem iyilerin hem kötülerin hem de çok kötülerin olduğu bir yer. Sırat köprüsü belki. Kıldan ince, kılıçtan keskin yaşamak isteyene. Ayakta kalabilmek için dişini tırnağına takmanın, yaşama savaşı vermenin zorunlu olduğu, hayatı, acımasızlığı her gün yeniden anlatan bir diyar. Tamam yolları kalabalık, ağacını yeşilini kestiler. Nefes almak zor. Sakinlik zor. Ama mümkün hâlâ. Belki de işte bundan ötürü benziyoruz seninle Osman abim.
Gördüm ki sen de çok seviyorsun bu kenti, İstanbul’u. Sevmek iyilik getirir, güzellik getirir elbet, şimdi değilse bir vakit. Bekle sen Osman Abim. Hani, o bu şehirde yaşayıp da denizi görememiş insanlar var ya, bir bahar gelecek, önce onlar çıkacak sokağa, denizi arayacaklar sokak sokak.
Yürümek parayla değil ya? Sonra sabahın kör vakti ekmek parası uğruna yollara düşenler, elleri nasır tutmuş ablalar, uykusu açılmamış küçük kardeş, maaşı nasıl yettireceğim diye kara kara düşünen emekli amca, sigortasız, güvencesiz çalıştırılanlar, memurlar, sevdiğini o meşhur lokantaya hiç götürememiş ve götüremeyecek olan delikanlılar, evdeki hesabı çarşıya uyduramayan kadınlar, çocuk olamamış çocuklar… Dili yoksulluk olan o güzel insanlar bir gün denizi bulacak Osman abi, işte o gün masmavi bir su kaplayacak bu kenti ve belki kurtulacağız yüklerimizden, bu kente kötülük bulaştıran her şeyden.
İşte, bundan Osman abi, sen ve ben bir kentin dünyaya öğreteceği ne çok şey olduğunu biliyoruz ve tek bir insanın bir kente katabileceği neleri olduğunu. Yürüyelim sokak sokak, denizi anlatalım herkese. Anlatalım ki, dünyanın sonu geldiğinde kaçacak bir denizi olsun herkesin.
Korkuyorum Osman abi, çünkü ben unutmadım. Kyshtym’ı Çernobil’i, Fukuşima’yı… ve Hiroşima’yı… Devletin kendi eliyle dağıttığı radyasyonlu çayları, okullarımızda dağıtılan radyasyonlu fındıkları. Kazım Koyuncu’yu Karadeniz’in kanserini, devlet kanser ilaçlarını ödesin diye isyan eden hastaya sadaka vermeyi teklif eden devletli yetkilileri, yoğunluk nedeniyle kanser olduğunu öğrendikten 3 ay sonra tedavisine başlanabilen annemi, teşhis konduktan bir ay sonra buraları bırakıp geri dönmeyecek gemilere binip giden babamı, genetikleri bozulan çocukları, çekilen acıları unutmadım. Unutmayacağım da.
Söyle onlara Osman abi, nükleer istemiyoruz. İstemeyeceğiz de. Değil bu kenti, gerekirse dünyayı dolaşırız sokak sokak, unutmasınlar martılar var, şiirler var yoldaşımız, “Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin…” deriz içimizden ve “göğe bakarız” değil mi Osman abi, haydi kal sağlıcakla.
***
Yazar : Anne Hofmann
Çevirmen : Şeyda Öztürk
Yayınevi : Yapı Kredi Yayınları
Sayfa Sayısı: 32, ciltli
Baskı Yılı: 2015