Bütün canlıların beslenme biçimi üç aşağı beş yukarı birbiriyle aynıdır. Bozulmamış kaynakla beslenme bütün canlılar için zorunludur, eğer yeterli kaynak alamazlarsa ölmezler, ama mutlaka hastalanırlar. Ancak bu hastalanma hali birden takatten düşmek şeklinde değildir.
İnsan sadece enfeksiyonlar nedeniyle birden hastalanabilir. Buna karşılık, içeriği bozulmuş kaynaklarla beslenmek insanı uzun sürede, yavaş yavaş hasta eder. Başlangıçta nezle ya da grip gibi hastalıklara olan eğiliminiz artar, hastalık uzar, bir türlü geçmek bilmez.
Siz sütün, yoğurdun ekşimesine, kabarmasına neden olan unsuru uzun süre alamazsanız, bu kez dokularınız da bütünlüğünü yitirmeye başlar, yani çözülür. Bu çözülmenin yavaş gerçekleşmesinin nedeni, vücudumuzu birbirine bağlayan dokuların yapımının çok yavaş olmasıdır. Şöyle düşünün, bir yerinizi keserseniz iyileşmesi uzun sürmez. Ama bir kemiğinizi kırarsanız iyileşmesi aylar alır, çünkü kemik dokusunun yeniden yapılması çok yavaştır.
Gıdanın içerisindeki ekşimesine neden olan bileşenler yüksek sıcaklık ve basınç işlemine karşı hassastır. Ya bu işlemler sırasında gaz olup uçarlar (uçucu sülfür bileşikleri denir) ya da bir daha kullanılamayacak biçimde bağlanırlar. Bu durumda da sizin faydalanmanız olasılığı kalmaz. Oysa bu uçucu sülfür bileşikleri çok önemli dokuların yapımında kullanılır. Örneğin deriniz, tırnaklarınız, saçlarınız bunlardan yapılır. Saçınız yandığında duyduğunuz koku da budur. Uzun süre alamamanız durumunda önce saçlar güçsüzleşmeye, tırnaklar kırılmaya başlar. Daha uzun süre mahrum kalırsanız bu kez karnınızda, kasıklarınızda fıtıklaşmalar ortaya çıkar, sarkarsınız, çünkü bu bileşikler dokunun bütünlüğünü sağlamaktadır. Lakin işin daha korkutucu yanı bu bileşikleri DNA’nın düzenli çalışmasından da sorumlu olmalarıdır. DNA’nın ne zaman kullanılacağı bilgisi bu bileşiklerle aktarılır.
Altının bile ayarı var, biberin neden olmasın?
Doğada bu sülfürlü bileşikler hep aynı yerlerde kullanılır, bütün tutma, koruma ve sarma özelliği gösterirler. Böylelikle dokuların bütün tutulmasını da sağlarlar. Ancak bu özellik içeriği zengin, ama miktarı az ürünle sonuçlanır. Köy ortamında doğal yetişmiş biberin kendisi küçük, ama tadı çok güçlüdür. Marketlerden aldığınız biberin ise boyu büyüktür, ama lezzeti yoktur. Bunun yapılmasının bir yolu azotlu gübre kullanılmasıdır, azot bünyeye sülfürle aynı anda alınamaz, miktar artar, ama tat azalır. Bu kavramı açıklamada en iyi örnek belki de altının ayarıdır. Gübreyle büyütülmüş biber 14 ayar altın gibidir, ama esas biber 24 ayar altına denk düşer. Biz altının ayarını bile bilirken, yediğimiz biberin ayarı olabileceğini nedense anlayamayız. Dahası bu kavram bütün gıda maddeleri için geçerlidir. Gerçek peynirin kilosu için en az 10 kilo süt gerekir. Siz bir miktar süt alır da bunu katkı maddesiyle doldurursanız, yine peynir gibi görünen, ama tadı olmayan bir ürün elde edersiniz. Bunu sandviçin arasına koyup makinede tosta çevirirseniz, ortada peynir falan kalmaz, çünkü katkıyla şişirilmiştir, eriyip yok olur.
Az yiyin, ama öz yiyin
Oysa insan midesinin hacmi bellidir. Bir miktar yiyip doyabilirsiniz, ama mideyi doldurmakla beslenmek ayrı kavramlardır. “Az yiyiniz, ama öz yiyiniz” denmesinin nedeni de budur. Beyaz ekmek, yapma peynir, tatsız üzüm, kokusuz salatalık da midenizi doldurur, ama besleyecek kadar doyuramaz. Şimdi mevsim ilkbahar, yeşilliğin bolluk zamanıdır. Siz bunları kışa bulamayacaksınız, ama bu yeşillikleri yiyen hayvanların sütlerinden hazırlanan gerçek peynir yetişecek kış vakti imdadınıza.