Yaklaşık bir yıl önce buz gibi bir aralık gecesi bomboş bir meyhanenin iskemleleri üzerinde, ağırdan sohbete dalmıştık Ahmet ile. Pek tanımıyordum o vakitler Ahmet’i. Sahici bir tanışmaya vesile olan bu sohbeti ve yaşamından kesitleri, neşeyle, hüzünle, sevgiyle anlatmıştı bana. Hayatımızın neşesi, hüznü, sevgisi çoğalmıştı sayesinde.
Bu linkteki sohbetimizi okumadan, bir satır altına ineyim demeyin. Zira pek bir şey anlamaz, üstelik filmlere konu olacak bu yaşam öyküsünü de kaçırmış olacaksınız.
Peki şimdi tekrar ne için, ne konuştuk?
Azad ve Rojhat… 10 yaşındalar. Bildiğiniz üzere ikizler.
Mütemadiyen eğleniyorlar. Üstelik çalışırken.
Hem yerleri süpürüp hem elindeki süpürge ile dans eden bir velet Rojhat.
En tecrübeli garsonlara taş çıkarır Azad, mezeleri bilir, nasıl yapıldığını anlatır.
Ahmet’tir babaları. Banyoda asılı iki adet minik bornozun sevgisi ile koyar başını yastığa. “Çocuklar iyi var, iyi ki hayatıma girmişler, onlar olmasaydı, onları bulmasaydım…” cümleleriyle dertlenir, neşelenir.
Bir yandan da hızla akan bir hayat kapı önünde. İşte kapı önünü konuşalım dedik Ahmet’le. Bu kez çekirdek çitleyip, gülüyorduk hadiselere. Gözaltı mı dersiniz, İstanbullu olma hikayeleri mi, Gezi mi yoksa polis mi?
Her şeyi konuştuk. Daha da babalık dertlerine bürünen bir adam oldu sanırım Ahmet. Tedirgin değil, ama polisinden okuluna kadar, karşısında olduğu bu devleti hiç küçümsemiyor.
Her an, her dert ile mücadele etmeye hazır evlatlar yetiştirmek gibi bir duygusu var ki, okuyunca siz de göreceksiniz.
– Senin ikizler, gözaltına alınmış. Henüz on yaşındalar. Nasıl başardılar?
Su sattılar!
– Neden su sattırıyorsun çocuklara?
İki sebebi var. Birincisi cezaydı.
– Ne cezası?
Para çalmışlardı birkaç kez. O parayı yerine koymalarını istedim. Haksız mıyım?
– Yoo, doğru. Ama sizi borç batağına sürüklemediler diye umuyoruz…
Oceans Two diyelim bunlara en iyisi. Aslında çaldıklarının paranın kendi paraları olduğunu bilmelerini istedim. “Parayı yerine koyacaksınız, bir şekilde telafi edeceksiniz” dedim. Bizim kendi mekanımız var. Bir bar ve meyhane. Burada çalıştılar. Baya baya çalıştılar. Ama yetmedi. Para çaldıkları yerlerden, spor okulu ve dil okulunda da çalıştılar. Yine yetmedi. Kurtarmadı!
– Ahmet sen gaddar bir baba mısın acaba sen? Ya da şöyle sorayım, başkaları bunu gaddarlık olarak okuyabilir mi?
Gaddar değilim tabii ama çocuklar, bizim restoranda çalıştıklarında bile, “Ay Ahmet, ne kötüsün çocukları çalıştırıyorsun” diye şakayla karışık laf eden çok yakın arkadaşlarım var. Bence, onlar küçük düşünüyor. Öyle tarif edebilirim ancak. Çalışmak hiçbir zaman kötülük değildir. Hiçbir yaşta.
– İkinci sebep nedir?
Tam da bununla ilgili işte. Hiç böyle bir suç işlememiş olsalardı, yani hırsızlık yapmamış olsalardı da, bu yaşlarda su satmaları ve para kazanmaları büyük bir hayat pratiği bence. Fen gibi, matematik gibi bir ödev olarak görüyorum. İletişim kurmayı öğreniyorlar Taksim Meydanı’nda su satarak. Emeği öğreniyorlar. Cümle kurarak öğretilmiyor bir şey. Dinleyerek de öğrenilmiyor. Yaşamak, deneyimlemek lazım. “Emek sarf et!” deyince, “aa… emek, çok mühim bir şey, emekçi de öyle” demiyor. öyle olunca şöyle oluyor, “Sana saçımı süpürge ettim” diyen anneler, babalar olunuyor, çocuk 20’li yaşlara gelince. Her iki taraf için de çok kötü bir tablo. Ben bu fotoğrafın içinde yer almak istemediğim için, şimdiden öğrenmelerinin onlara daha çok yarayacağını düşünüyorum. Beklemenin, yorulmanın, ümit etmenin, kazanmanın ne demek olduğunu öğrensinler Jînda, derdim buydu yani. Paraya ihtiyacımız yoktu -ki olabilirdi de-.
– Gözaltına alınmaları nasıl oldu?
Taksim Meydanı’nda su satıyorlardı. Önce su mafyası engel olmuş. İşte “burada satamazsınız” falan. Yer değiştirmişler, dolmuş şoförleri ve taksicilere su satıyorlarmış. Orada da polis almış bunları, Beyoğlu Emniyet’ine götürmüş.
– Nasıl haberdar oldun?
Gece işi yaptığım için gündüzleri uyuyorum. Telefonum çaldı. Açmamla, “Azad ve Rojhat’ın nesi oluyorsunuz siz?” dedi. “Babalarıyım” dedim. “Ne biçim babasınız arkadaş, çocukların nezarette, Beyoğlu Emniyeti’ne gel” diye bir polis memuru… Bilmiyor ki, ben çocuğum, onun gibi polis olmasın diye su sattırıyorum!
– Ne dedin, ne yaptın?
“Gelin alın, cezası var, o cezayı da ödeyin” dedi. Ya bu arada o ceza nerede? Hala ödemedim.
– Çocukların gözaltında. Üstelik on yaşındalar. Ve sadece iki buçuk senedir İstanbul’da yaşıyorlar. Ne hissettin, tedirgin oldun mu?
Yani polis bu, tabii her türlü kötülüğü yapar. Ben de, onların yaşındayken polisten kaçıyordum. Su satmaktan değil, taş atmaktan. Üstelik gözaltına alınsaydım Şırnak’ta, onların İstanbul’da gözaltında alındığı kadar şanslı olmayabilirdim. Zira, onların yaşındaki çocukları, gözaltında kaybeden, asit kuyularına atan bir devletten bahsediyoruz. İşte daha yeni kemikleri bulundu Seyhan Doğan’ın, on iki yaşındaydı. Ne yapmış olabilir? Yani, biraz daha serinim artık. Başlarına bir şey gelmeyeceğini hissettim. Çünkü, bu çocuklar, bizim çocukluğumuzdaki gibi de değil, daha cin! “Kotarırlar” dedim. Öyle de oldu. Çocukları karakoldan aldık. “Bir daha polise yakalanmayın” dedik.
– Su satmaya devam ediyorlar yani…
Ediyorlar, edecekler. Polisten korkarak yaşamamayı da öğrenmek, bu derse dahil oldu. Yalnız dikkat çekmek istediğim bir şey var, emniyette polise su satmalarının nedenlerini sana anlattığım gibi anlatınca, kestikleri para cezası için özür dilediler “Nedenini bilsek, ceza kesmezdik” dediler. Diyelim ki, bu iki çocuğun sahiden para kazanması gerek. Babaları ya da anneleri yok, ya da hasta. Yani para gerek! Böyle binlerce çocuk var. O çocukları gözaltına alıp böyle ceza kesmeden bırakırlar mıydı? Demek istediğim şu: eğer bu paraya sahiden ihtiyacın yoksa, polisin/devletin gözünde daha saygınsın ve bu mide bulandırıcı. Böylece sosyal adaletsizliği de bir kez daha görmüş olduk.
– Azad ve Rojhat’ın polis ile ilk karşılaşması mıydı bu?
Değildi. Ama daha ilginci, çocuklar İstanbul’a ilk geldiklerinde, polis olmak istiyorlardı. Önemli ve haysiyetli bir meslek olarak görüyorlardı.
– Sonra ne oldu?
İlk geldiklerinde “Baba biz Kürt müyüz? Terörist miyiz?” diyen bu çocuklar, enayi cesaretiyle polise kafa tutmaya falan başladılar. Bir gün, bizim barın kapı önü merdivenlerinde iki polis oturuyormuş, Azad ve Rojhat da polislere gidip, “Kalkın buradan” demiş. “Neden kalkalım?” diye sormuş polisler, bizimkiler de “Çünkü biz Kürdüz!” diye cevap vermişler. Polisler, restoranın mutfağına çıkıp anneme sorular sormuş. Bu durumu anlatmışlar. Gel de çık işin içinden. Beyoğlu’nun orta yerinde, polise kendi çocuklarım tarafından fişlendim!
– Ucuz yırtmışsınız… Gezi direnişinden de nasibini aldılar. “Jînda abla, biliyor musun gaz bombası ayağımızın dibine geldi!” diyorlardı.
Babaanneleriyle birlikte eylemlere katılıyorlardı aslında. Newroz’da, Galatasaray Meydanı’nda polis şiddetini gördüler. Ama Gezi’de günlerce çok şiddetli gaza maruz kaldılar. Çok kötü anlar yaşadılar, hepimiz gibi. Çatışmaların çok yoğun olduğu bir sokakta mekanımız. Çocuklar da pencerelerden polisleri izlediler. Bizleri sokakta gördüler. Gaz bombasından nefes alamayan insanların yüzüne solüsyon dökerken, çatışmaya çıkan abilere, ablalara da “Polis şu yana gitti…” falan diyorlardı… Gezi Parkı, bizim evimizle işimizin tam ortasında. her gün içinden yürüyüp iş yerine gelir, akşam oradan geçerek eve döner çocuklar. Onların parkıydı. O parkta, babaanneleriyle halay çekerken üstlerine gaz bombaları yağdı. Hatta babaanneleri bir seferinde fenalaşmış, Azad ve Rojhat çok korkmuş. Hemen her gün, polis tedirginliğinde yaşadılar onlar da, bizim gibi.
– Çok etkilendikleri belli. Üzerine de düşünüyorlar. Geçen gün, fotoğraf çekimi işim vardı. Rojhat’ı da almıştım yanıma hatırlarsın. Akşam 8 gibiydi. Elimizde dondurma, sokak müzisyenlerini dinliyorduk. Hint dansı yapıyorlardı, taklit ediyorduk. Eğleniyorduk kısacası! Birden zabıta ve polis geldi. Müzisyenleri topladı. Müzik aletlerinin alınmasına karşı çıkan 3 genci, polis gözaltına aldı. Biz ise Rojhat’la, olanları izliyorduk. “Bu polis kimseyi sevmiyor be!” dedi oğlan. “Çok üzüldüm, çok üzüldüm Jînda abla” deyip durdu yol boyunca. Bu tanıklıklara üzülmek mi gerekiyor, sevinmek mi? Ne dersin?
Sevinmeliyiz bence. Ben ne kadar “polis şiddeti” desem de anlamayacaklardı. Tıpkı sokakta su satmaları gibi. Ama sağ olsun polis, gerçek yüzünü kendi gösterdi. Oğlanlar da şahit oldular. Türkiye’de polis sevilmez. On yaşında bir çocuğun eğlencesini kursağında bırakan her kim olsa sevilmez! İyi ki tanık oluyorlar.
– Sanırım kendi çocukluğunla, onların çocukluğunu kıyaslayınca politik olma ihtimallerinden de memnunsun. Yani, sen taş atan çocuktun. Onlar da gaz yiyorlar. Polisi sevmiyordun. Şimdi onlar da sevmiyorlar. Senin kadar politize olmalarından memnun musun?
Kürt çocuklar kadar politik olmadılar henüz. Her ne kadar şimdi Kürtçe öğreniyor olsalar da, “Şırnaklıyız” deseler de, “Kürdüz” deseler de, bizim çocukluğumuzdaki gibi bir karşılığı yok bunun biliyorsun. Azad ve Rojhat’ın ana dilleri Türkçeydi. Hiç Türkçe konuştukları için dayak yemediler, şivelerinden ötürü alay edilmedi, Kürdistan’daki Kürt çocuklarla/Kürdistan’dan İstanbul’a gelen Kürt çocuklarla benzer ayrımcılığa maruz kalmadılar. Eğer o dönemle kıyaslayacaksak, vardıkları politik bilinci çok büyütmeyelim. Şöyle diyeyim daha da anlaşılır olması için Azad ve Rojhat öfkeli çocuklar olmayacaklar. Bilinçli çocuklar olacaklar. Bizim çocukluğumuzla kıyaslamak, nereden baksan eksik kalır. Ancak, ileride bu deneyimin üzerinden konuşabiliriz. O nedenle iyi ki bu deneyim var.
– Okullar açıldı. Azad ve Rojhat okula gitmiyor. Yani bir hafta gitmeyecekler. Bir boykot söz konusu çünkü. Anadilde eğitim talebi yerine getirilmediği için, bir hafta boykot edecekler. Neden gitmediklerini biliyorlar mı?
Bizim bir yönlendirmemiz elbette bu. Kendileri durup dururken, “Biz Kürtçe eğitim görmek istiyoruz. Bu yüzden okula gitmeyeceğiz” demediler. Kürt olmasaydık da, bu boykotun takipçisi olurduk. Çünkü dillerin kaybolmasına müsaade etmememiz gerekir. Bu fikirden haberdarlar.
– Nasıl anlattın, anadilde eğitim görmeyişin bir hak gasbı olduğunu?
Kürtçe ders alıyorlar. Ama okulun dışında. Okul dışında kendilerine ait bir vaktin çalınmasıyla başladık konuşmaya. On yaşında birine asimilasyonu ne kadar anlatabilirsem oraya kadar geldik. On yaş da öyle çok küçük değil ha.
– Kesinlikle. Azad’a, “Neden okulu boykot ediyorsunuz?” diye sordum. “Kürtlerin hakkını vermiyorlar” dedi.
Bana kalsa, anadilde eğitim de görseler, aynı müfredatı göreceklerse yine boykot edelim. Sorun sadece anadil değil ki! Sorsan Türkiye’de herkes eğitim sistemine karşı ama Atatürkçüler, o dinci pencereyi görüyor sadece. Dindarlar da Atatürkçü. Bizim için her ikisi de, ırkçı, militarist, cinsiyetçi, homofobik, dine dayalı bir eğitim görmelerini istemiyorum. Ne yapacağım ben?
– Göndermezsen ne oluyor?
Göndermesem, çok ciddi cezası var. Ama bu koşullar altında, okulda öğrendiklerini akşam eve geldiklerinde temizlemekle uğraşıyoruz. “Evet çocuklar bugün ne öğrendiniz…” diye bir sor. “Atatürk şiiri, Atatürk resmi, zafer bayramı, kurtuluş savaşı, Rumları denize döktük…” Ayrımcılığın her türüne rastlayacağın onlarca bilgi dökülüyor dillerinden. Gel de o bilgileri temizle. Kusura bakmasınlar -bu da bu sistemin sorunu- ama çocukların hayatlarındaki en vasat karakter öğretmenleri. Ne kadar içler acısı.
– O bilgileri temizlemek ne kadar zor?
Cinsiyetçi yaklaşımları var. Kıramıyoruz bunu. Aile içinden bu bilgi verilmiyor. Kadın egemen bir ailemiz var. Nereden aldılar bu bilgiyi peki? 6-7 yaşından beri hayat bilgisi dersiyle birlikte okuldan tabi ki.
– Ne tür cinsiyetçi söylemleri var mesela?
“Kızlar daha güçsüzdür, kızların canı acır, kızlar hep bize sataşıyor, kızlar dedikodu yapıyor, kızlar çok konuşuyor…” Bir ayrım var yani kafasında. Bunların hepsi oğlanlar için de geçerli oysa. İşte bu lafları duyuyor ve değiştirmeye çalışıyoruz hep. Çalınan vakitlerinin bir karşılığı yok yani bu durumda.
– Geçen gün de Rojhat, “Erkekler renkli çorap giymez!” dedi. Bir hayli yorucuydu bu fikri değiştirmek. Senin pembe çorap giydiğini söyledim de öyle ikna oldu.
Evet işte, bu bilgiye evde sahip olamazlar. Sabit kafalı, vasat bir kurgu bu. Çocuğun bu ayrımcılığının müsebbibi, Türkiye Cumhuriyeti okulları. Asıl onlara bizim ceza kesmemiz gerek. Daha büyük pencereden bakacak olursak, bu eğitim sistemine, yani okullara tümüyle karşıyım. Altı yaşında bir çocuğun sabahın yedisinde, sırtında bir ton defter kitapla o hapishane gibi tellerle çevrili soğuk binalara girmesi suçtur bana göre. Sabah bir gönderiyorsun yedide, akşamüstü üçte geliyor yahu. Neymiş etüt. Neymiş öğretmenlere ek gelir. Anne babalarını fabrikalarda, atölyelerde, bankalarda, devlet dairelerinde daha uzun süre çalıştırabilsinler diye, çocukları da cezaevine kapatıyorlar gibi geliyor bana. Çocuklar intihara meyletse yeridir diyeceğim artık.
– Nasıl olmalı onu da de bakalım?
Altı saat din, dört saat matematik olmaz yahu. Ha? Olur mu? Üstelik de o matematik öyle anlatılmaz. Bize kötü anlatıldı. Sen şimdi fotoğrafçılık öğretiyorsun ya. Baya güzel fotoğraf çekiyorlar. Konuşarak öğrenilecek, deneyimleyerek öğrenilecek şeyleri yok edip; yazarak, susarak, sevgisiz biçimde öğretiyorlar. Yaptıkları yanlışları yapmayı bıraksalar, doğruları da bulurlar aslında.
– Kız arkadaşları var mı?
Yani onun pek bilincinde değil sanki ya.
– Sen on yaşında aşık olmamış mıydın?
Hmm… evet, yani vardır herhalde. Rojhat o konuda daha atak. Çapkın olacak sanki. Ama Azad daha yakışıklı. Rekabet büyük anlayacağın.
– Azad ve Rojhat’ın akranları daha depresif ve gergin oluyorlar, bu yaşlarda, hele de büyükşehirde. Bu çocuklarda böyle tavırlardan eser yok. Sebebini biliyor musun?
Bilmiyorum. Şimdi sen söyleyince düşünüyorum da, sen onların hikayelerini biliyorsun, annelerinden uzakta bir şehirdeler. Sekiz yaşına kadar babasız büyüdüler. Acayip badireler atlattılar. Adları bile değişti. Depresyona girilecekse, en çok bunların hakkı. Ama yok öyle bir şey. Ne mutlu ki!
– Anneleri, Elif. Başka bir şehirde yaşıyor. Çalışıyor. Yaz tatilinde birliktelerdi. Keyifli bir tatil oldu çocuklar için. Peki okulla ilgili fikirleriniz uyuşuyor mu Elif’le?
Pek değil. Elif, daha klasik düşünüyor bu konuda. Çocukların okulda öğrendiklerinin gerekli olduğunu düşünüyor. Bu konuda müfredat ile benzer bir bakış açıları olduğu için, okula göndermekte zarar görmüyor sanırım. Zaten bir şekilde gidiyorlar da. Ancak, boykot konusunda, ya da çocukların bizimle öğrendikleri konusunda yapacak bir şey yok. Elif’in de, Ahmet’in de görevi dengeyi bulmak. Onu yapıyoruz… Bir de ilk zamanlar çocuklar okula gitmekten nefret ediyorlardı. Her çocuk gibi. Zaman içinde çözdüler benim okuldaki eğitimi sevmediğimi. Bir bağlandılar okula, sorma. Severek gidiyorlar.
– Ne diyeyim, her şeyi söyledin. Var mı daha diyeceğin?
Röportajın konusu neydi?
– İşte, “DNA sonucu baba olan adamın, devletle imtihanı” konu bu. Oldu mu?
Oldu tabii. Ezcümle, çocuğunu okula gönderen askere de göndersin, Jînda hanım.