İstanbul’da artık kimse Muhammed’in bir kanatsız atın sırtında göğe yükseldiğine inanmıyor. İsa’nın göğe çekildiğine inanmayı ise çok daha önce bırakmışlardı. Bu iki inanç kaybının en önemli göstergeleri ise şehirde nüfusu giderek kalabalıklaşan yükseltiler. İstanbul İsa’dan vazgeçerken bir yüzünü düşürüp, diğerini yükseltmişti. Muhammed’den vazgeçmeye koyulduğunda ise aslını kaybedip suretini yükseltmeye koyuldu.
Malumunuz olduğu üzere İstanbul, küresel dünyanın yükselen değerlerinden biri, ya da şöyle demekte fayda var, içinde bulunduğumuz zaman diliminde İstanbul küresel dünyada yapılmakta olan bir kısım alışverişte rantsal değeri giderek yükselmekte olan şehirlerimizden biri. Bu yükselişin bedelini ise gerçek ve görünür anlamda bir yükselmeyle ödüyor. Kendine özgü silueti ve topografyasıyla 18. yüzyıl şairlerinden Rasih’e “Değildir şehr-i İstanbul civân-ı nâzenindir ol/Kenârına çekip anı der-âgûş eylemiş derya” dedirten şehir, yükseldikçe kabalaşıyor, hantallaşıyor, ihtiyarlıyor, dengesini kaybedip sakarlaşıyor ve elbette aptallaşıyor. Belli ki İstanbul, tarihsel yüksekliğinin üstüne çıktıkça karşılaştığı oksijen azlığı nedeniyle kimi yetilerini kaybediyor.
Kısacık ama anlamlı bir karşılaştırma, yükselmekte olan İstanbul’un, kendi aslını hangi yollarla inkâr etmekte olduğunu rahatlıkla görebilmemizi sağlar. İstanbul denilince akla gelen en önemli yükseltilerden birisi Galata Kulesi’dir. Bizans kaynaklarında Büyük Burç (Megalos Purgos), Ceneviz kaynaklarında ise İsa Kulesi olarak geçen 60 metrelik bu yükseltinin özellikle denizden bakıldığında olduğundan daha heybetli görünmesinin yegâne sebebi üzerine inşa edildiği arazinin yüksekliğidir. 14. yüzyılda arz-ı endâm eden bu yapı hal-i hazırda İstanbul’un kendi içinde soylulaştırılarak yükseltilmekte olan bir bölgenin de merkezi ve alamet-i farikasıdır. Kulenin varlığı ve işaret ettiği tarih, gayrimüslim olmanın demode olduğu bir dönemde semtin kendi kaderine terk edilmesine; ne var ki kule ve tarih kaydadeğer bir yatırım nesnesi olarak yeniden keşif/icat edilmeye konulduğunda ise ortadan kaldırılıp bir suret olarak restitüsyonunun (yeniden inşasının) da müsebbibi olmuştur. Şu halde Galata Kulesi, İstanbul’da yükselen ticaret ve sermaye erbabının cihannümasıdır denilebilir.
Siyaset erbabının cihannüması ise kuşkusuz Topkapı Sarayı’nın orta yerindeki Adalet Kulesi’dir. İsminden de anlaşılacağı üzere hayli iddialı olan bu kulenin başlıca işlevi, o zamanlar tarihi yarımadadan ibaret olan şehr-i İstanbul’un hakiminin kim olduğunu cümle aleme göstermektir. Osmanlı’nın kendinde olduğu kadarıyla adalet dağıttığı bu kulenin, binlerce yüreği, aklı ve dahi başı yerinden ettiğine şüphe yoktur. Oysa yalnızca 40 küsür metredir yüksekliği.
Ve tabii Süleymaniye var bir de… Mimar Sinan’ın kalfalık döneminde Batı’da “Muhteşem Süleyman” namıyla tanınan Kanuni Süleyman adına inşa ettiği bu cami ise bir tür kıyamet alameti gibidir. Zira halk İslam’ına göre kıyamet alametlerinden biri camilerin sayılarının, büyüklüklerinin ve güzelliklerinin artması, bununla birlikte cemaatlerinin azalmasıdır. Ayrıca klasik tarihçilere göre Kanuni dönemi Osmanlı İmparatorluğu’nun zirvesi, yani yükselme döneminin sonu, duraklama ve yıkılış dönemlerinin de başlangıcıdır. Dolayısıyla Süleymaniye, varlığıyla bir kısım mü’minler adına hem bir rüyanın hem de kötü bir biçimde uyanışın cihannüması sayılabilir. Gene oysa Süleymaniye’nin kubbesi 53, en yüksek minaresi 76 metredir.
Eğer bir medeniyetin yüksekliği, binalarının yüksekliği ile ölçülecekse İstanbul’un mevcut sahiplerinin geçmişteki tüm bu medeniyetlerden çok daha yükseklerde seyrettikleri iddia edilebilir. Ne var ki akl-ı selim bu işte bir terslik olduğunu görmekte çok da gecikmeyecektir.
Türkiye’nin 2000’lerin içinde bulunduğumuz anına kadar görebildiği en yüksek bina 181 metrelik endamıyla yıldızı Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte yükselmeye başlayıp, düşüş kaderini paylaşacakmış gibi görünmeyen İş Bankası’na ait olan kulelerdir. Ne var ki, İsa Kulesi’nin değilse bile II. Mehmet’in ve Kanuni’nin mirasına sahip çıkmak konusunda her fırsatı değerlendiren bir ekibin yıllardır yönettiği İstanbul’da yeni yeni yükselmekte olan gökdelenler İş Bankası’nı gölgede bırakacak gibi.
Düne kadar İstanbul’daki kule kardeşliğinde İş Kulelerine eşlik eden birkaç yapı yok değildi. 168 metrelik Koza Plaza, 154 metrelik Süzer Plaza, 152 metrelik Polat Tower Residence, 143 metrelik Garanti Bankası Genel Müdürlük Binası, 157 metrelik Sabancı Center, 118 metrelik Tekfen Tower, 160 metrelik Şişli Plaza, 147 metrelik Sun Plaza, 120 metrelik Metrocity, 130 metrelik Kanyon, 143 metrelik Tat Towers, İş Bankası’nın öncülük ettiği yükseliş döneminin ilk örnekleriydi… Ancak ardılları tarafından az zamanda geçileceğe benzedikleri de aşikâr: Örneğin, Kiler Holding’in Levent’te inşa etmeye koyulduğu ve 2009 yılında bitirmeyi planladığı Spphire 261 metreye ulaşmayı hedefliyor. Hattat Grubu’nun İstanbul Maslak’ta inşaatını sürdürdükleri Diamond of İstanbul ise 200 metreye uzanacak. İstanbul’un en yüksek kuleleri ise gökyüzüne 300 metrelik bir burgu şeklinde yükselmesi planlanan Dubai Towers. Kazak gayrimenkul ve yatırım şirketi Landmarkk’ın İstanbul Levent’e yapmayı planladığı kulelerin yüksekliği ise 250 metreye ulaşacak.
Kulelerin medeniyetler tarihinde pek de hayra alamet şeyler olmadıklarını, yukarıda sözünü ettiğimiz işaretler ele vermekle birlikte daha dramatik iki misal göstermekte fayda var diyerek akl-ı selimin yükseklik korkusunu anlamaya çalışacak olursak biri tarihin derinliklerinde diğeri ise yüzeyinde olmakla birlikte her ikisi de dini temellere dayandırılan iki örneğe rastlamak mümkün. Bunlardan ilkinin, Babil Kulesi’nin öyküsü üç tek tanrılı dinin metinlerinden taşacak kadar eskiye dayanıyor. Anlatıldıkça tekerrür eden bu hikâyeye göre Babil’de sermaye öylesine birikiyor, müteşebbisler öylesine şımarıyorlar ki tanrı katına ulaşabilmek için yüksek bir kule inşa ediyorlar. Tanrı da kuleyi başlarına yıkıp, dillerini farklılaştırarak insanların kendisine karşı işbirliği yapmalarına mani oluyor.
Tarihsel ancak yine (bu defa çağdaş manada) dini öneme sahip bir başka kule hikâyesi ise hiç kuşkusuz 11 Eylül 2001’de son derece basit bir mantıkla iki uçağın kendilerine çarpmasıyla zaten bir hayli hızlanmış olan tarihin daha da ivmelenmesine neden olan New York ikizleri. Onların -kelimenin her anlamıyla- başlarına gelen, dünyanın zaten farkında olduğumuz yeniden şekillenme sürecini hızlandırdı ve intikam temelli yeni bir evrensel hukuk yaratılmasına zemin oluşturdu. Dünya Ticaret Merkezi adını taşıyan bu binaların yıkımına en çok kimin bozulduğu giderek hızlanan ve şiddetlenen küresel sermaye hareketlerinden anlaşılabilir.
İstanbul’un bu Babil ve New York kıssalarından payına düşecek olan hissenin büyüklüğü ve lezzeti zaman içerisinde keşfedilecektir.