Bir zamanlar, sokakta oyun oynamak, çocukların en büyük mutluluğuydu. Bu mutluluğun nedeni günümüze göre başka seçenek olmaması mıydı acaba? Yoksa sokakta tek başına oyun oynayan çocuğun, kontrolün elinde olduğunu ve başının çaresine bakması gerektiğini bilmesinden mi kaynaklanıyordu?
Sokakta oyun oynanan dönemlerde, erken çocukluk dönemi daha kısa sürüyordu sanki. Çünkü sokaklarda çocukları olgunlaştıran, hayatı öğreten bir şeyler vardı. Adı üstünde oyun değil mi? Yenmek de var, yenilmek de. Büyükler tarafından ezilmek, yerine göre kendinden küçüğü ezmek, icabında diğer mahallenin çocuklarıyla kavga etmek de vardı.
80’lerin sonu 90’ların başında, İzmir’de bahar mevsimi, 6-10 yaş arası çocuklar için sokakta daha çok oyun oynamak demekti. Çünkü bazı oyunlar nedense sadece bahar mevsiminde oynanırdı.
Gazoz kapağı mesela… Okul kantininden, mahalle bakkalından, yerlerden gazoz kapaklarını toplardık. Oyunun amacı yan yana dizilen gazoz kapaklarını, belirlenen mesafeden taşla vurmaktı. Az bulunan kapaklar daha değerliydi. 5 lt.lik şaşal su şişesinin kapağı pek kıymetliydi. Bir de kaymaktaşı gerekirdi bu oyun için. Adı kaymaktaşı ama, aslında atıldığı zaman zeminde kaymadan hızla gidecek, pürüzsüz bir taş lazımdı. O zamanlar mahalle sokaklarında boş arsalarda zaman zaman taş aramaya çıkardık. Ne cazibesi vardı, bilmiyorum ama taşa pek meraklıydık. Yedi kiremit ve beş taş oynamak ve de yere sek sek çizmek için çok gerekliydi taş. Her çocuğun bir taş torbası olurdu illa ki.
Erkek çocukların bir de meşe (misket) torbaları vardı. Meşe oyununda “El diz benden” dedin mi, tamam. Karşı tarafın oyunu kazanma şansı zordu. Meşelerin aynalısı, kemiği, beşliği, birliği falan vardı.
Çok kapağı ya da meşesi olanlar zaman zaman kapış yaparlardı. Kapış yapmak, elindekileri tüm arkadaşlar bir aradayken, havaya atıp, toplamalarına izin vermekti.
Şimdi pek sevimli gelmese de, tüh tüh oyunu da çok sevilirdi. Sert, ince, uzun bir plastik borunun içine, gazete kağıdından yaptığımız küçük külahları koyup, üfleyerek birbirimizi vurmaya çalışırdık. Bazı çocuklar tüh tüh borularını yanlarına yedek külah yerleştirecek şekilde modifiye ederlerdi.
Para vererek oynanan tek oyun bakkalda satılan çatapat ve fitilli küçük füzelerdi sanırım. Oyun da sayılmaz ya, çok tehlikeliydi. Bizim mahallede kimsenin canı yanmamıştı ama, anneler yukarı mahallede bir çocuğun gözüne geldiğini, hatta kör olduğunu söylenip dururlardı. Bazı anneler bakkalla kavga ederlerdi, satılmasını önlemek için. Alışverişi kesenler bile vardı.
Dönemin kız çocuklarının en sevdiği oyun “Güzellik mi, çirkinlik mi, mankenlik mi, havuz başında heykellik mi?” oyunuydu. Bu oyunda ebe olan gözleri kapalı bir şekilde duvara yumarken, diğer kızlar hep bir ağızdan “Güzellik mi, çirkinlik mi, mankenlik mi, havuz başında heykellik mi?” diye sorarlardı. Ebenin verdiği cevaba göre güzel, çirkin, manken ya da heykel gibi olmaktı oyunun kuralı.
Hulo hoplar, ucunda top olan ve tek ayak bileğine bağlanıp diğer ayakla zıplanan ipler, lastik ve lastikle oynanan çin çan çon oyunu kız çocukları arasında bahar geldi mi popüler olan oyunlardandı.
Mor menekşe, aç kapıyı bezirgan başı ve dansa davet oyunları kimin kimden hoşlandığını açığa çıkarırdı.
Takım oyunlarında güç dengesinin sağlanması için, adaletli bir dağılım yolu vardı: “Aldım, verdim, ben seni yendim, gazeteye ilaaaannn verdiiiiiiim” şarkısı söylenirken takımları seçecek olanlar, karşılıklı adım atarlardı ve ayağı diğerinin ayağına ilk değen ilk oyuncuyu seçme hakkına sahip olurdu.
Her çocuğun bir kan kardeşi vardı. Genelde vücuttaki kurumuş yara kabukları soyularak çıkan kan, kolun iç tarafına sürülür ve bilek güreşi yapar gibi eller birleştirilirdi kan kardeşi olma ritüelinde. Kan kardeşler arasında gazoz kapağı, meşe, taş ve her türlü oyun aracı paylaşımı esastı. Aksi durumda çıkan kavgalara da ” Olm, onlar kan kardeşi” deyip müdahele edilmezdi. Zaten bugün kavga edilir, iki gün sonra kolkola gezilirdi yine.
Hava kararmaya başlayınca, anneler pencerelerde belirir ‘ Hadi geç oldu, baban geldi, yemek yicez’ diye bağırırlardı. Biz de “Annee 5 dakka daha nolurrr” diye sızlanırdık. Sokak zamanı, “Akşam taşımı attım: kilit!” ya da “Akşam yemeğim sende: kilit!” le son bulurdu. O dönemde sokak çocuğu demek; üstü başı kirli, ayakkabılarının burnu topa vurmaktan delinmiş, alnındaki saçları terden yapışmış, diz kapaklarında ve dirseklerinde bilmem kaç defa soyduğu yara kabukları olan çocuk demekti.
O zamanlar sokakta oynama yaşı 14-15’e kadar çıkıyordu. Çıkmasına çıkıyordu ama, ilkokul 5. sınıfta yapılan Anadolu Liseleri ve Kolejlere giriş sınavlarına hazırlanmak zorunda olan çocuklar, 9-10 yaşında ders çalışmaya mahkum ediliyordu. Üstelik o zamanlar, o yaş dönemi çocuğun ilgi alanının, yeteneğinin asıl ortaya çıktığı dönemdi. Pek çok çocuk okuyup, büyük adam olması için sevdiği toptan, resim yapmaktan, şiir yazmaktan, şarkı söylemekten men edildi. Hangi akla hizmetse?
Bugün ise sokakta oynama şansı olmadığı için 2-3 yaşından itibaren kreşe-yuvaya giden çocuklar var. Hangisi daha kötü acaba? 9-10 yaşında hayati öneme sahip olduğu dikta edilen bir sınava hazırlanmak mı, yoksa 4-5 yaşında, başında bir büyük ve bir oyun aracı olmadan sokakta oynama özgürlüğünü yaşayamamak mı?
Bir zamanlar bir sokak vardı; tozu yutulan, araba geçse de top oynanan, kapı zillerine basılıp kaçılan apartmanları, kiremitle sek sek çizilen yerleri ve her an koşan oynayan çocukları olan bir sokak.
Bir zamanlar sokakta hayat vardı.