Cirque de Paris’teyim. Şaşkınlıktan gözlerim normalin iki katı büyüdü. Ne kadar büyük bir salon. Yusyuvarlak.

Heyecanla beklediğimiz gün geldi çattı. Bu yaz aylarında bile üşüdüğüm Paris bugün sıcak mı ne?

Erkenden uyandım ve kahvaltıyı hazırladım. İstanbul’da olsam, babaannem çoktan kalkmış, kahvaltıyı hazırlamış olurdu. Ben ekmek almaya gönderildiğim bakkalda sadece bir gazete alacak param olduğu için diğer gazeteleri hızlı hızlı okuyup çok geç kalmadan eve koştururdum.

Burada da gazete okumayı sevecek miyim acaba? Fransız gazetelerinde de bizimkilerdeki gibi Pazar bulmacası var mıdır? Ben ne zaman Fransızca öğreneceğim? O kadar uzak bir ihtimal geliyor ki şu an.

Kahvaltımızı yaptık ve bütün komşularla beraber metroya binip bu muhteşem gösteri alanına geldik.

Salon hınca hınç dolu. Bu kadar çok Türkiyeli’nin Paris’te yaşaması içimi rahatlattı. Yalnızım ama değilim. Bir arkadaşım olsa hayatım daha güzel olur mu?

Bugün burada, daha sonra defalarca izlemeye geleceğim Türk ve Kürt sanatçılar var ama o gün beni etkileyen bir türkü ve bir dev adam olmuştu.

Ağzım açık, şaşkın şaşkın, tek kelimesini anlamadığım türküler dinlerken, birden şarkıcı bağırmaya, sandalyesinde şağa sola dönmeye başladı. Onun bağırarak söylediği sözü yavaş yavaş bütün salon haykırmaya başladı.

Kin em! Kin em! Kin em!

Yanımdaki komşumuza ne dediğini sorduğumda “Kimim? Biz kimiz?” dedi.

Orada, o an, bunu haykıran çoğu insanın şarkının sözlerini anlamadığından emindim.

Herkes yabancı bir ülkede yaşamaya neden mecbur olduğunu anlamaya çalışıyordu, sanırım. Savundukları şeyler uğruna mı, korkaklıktan mı, işkenceden kaçmak için mi, ekmek parası için mi, daha güzel günler görme umuduyla mı?

Vatansever miyiz, vatan haini mi, idealist mi, solcu mu, fakir mi, zengin olmak için mi, anne mi, baba mı, çocuk mu?

“Ben kimim!” sorusunun  cevabını bulmak içindi bu haykırışları. Sorular ne kadar çoktu ama cevapları içlerine sinmiyordu.

Cevaplarını hep dışarıda aradılar çünkü o kadar öfkeli, o kadar çaresiz, o kadar hassastı ki herkes, içlerine sinmese de bastırmayı seçmişlerdi tüm duygularını.

Biri çıksa o an bize dese Yunus Emre’nin sözleriyle anlatsa… Bir ben olduğunu benden içeri, bütün bu etiketlerin bizim kimliğimiz olmadığını, bastırılan duyguların kendimize yaptığımız en büyük işkence olduğunu…

Güzel günler görmenin, terk etmek zorunda kaldığımız ama onu uzaktan izleyip kurtarmaya çalıştığımız o sevgili, o yaralı, baskı altında memleketinin kurtulması için önce ama önce kendimizi tanımaktan ve sevmekten geçtiğini.

Sonra tüm ışıklar söndü.

Karmaşık duygular içindeyken birden karanlıkta kalınca korkmaya başladım.

Salonun tam ortasında ufak bir ışık belirdi…

Gözlerimi kısım, ışığa odaklandım. Işık, sabah doğan güneş gibi yavaş yavaş yerden yükselmeye başladı.

Işık vardı sahnede… Sadece o kapkaranlıkta etrafı aydınlatan ışık.

Sonra ışık konuştu.

Kıstığım gözlerimi bu sefer tamamen açtım…

Beyazlar içinde onu gördüm. Bembeyaz bir takım elbise vardı üzerinde.

Onun yanında, etrafında hepimiz siyah kaldık.

Aynı sahneyi iki ay sonra tekrar yaşayacağımı bilmeden büyülenmiş gibi onu seyrettim. Konuşması, ses tonu, bugün bu satırları yazarken, 30 sene sonra hala benim içimi titretti ve ağlattı.

Evet, bu salondaki herkes ve daha yüzlerce, binlerce kişi, iki ay sonra, hepimiz siyah giyinmiş, ucu bucağı görünmeyen bir konvoy halinde, yine beyazlar giyinmiş bu devi uğurlayacaktık.

Bu dev adam, “Çirkin Kral” Yılmaz Güney’di.