19 Ağustos 1983

Yeni hayatımın ilk sabahı. Gözlerimi açmaya korkuyorum. Keşke hiç uyanmasam, hazır değilim bu annem babam denen insanlarla yaşamaya. İlk kez kardeşlerim ve onlarla birlikte aynı evde yaşayacağız.

Mutluydum babaannem ve dedemle, onlardan hiç ayrılmamıştım, onlar beni hiç bırakıp gitmemişlerdi. Çocuk olduğum içindi bütün bunlar, 18 yaşıma gelir gelmez ilk işim Türkiye’ye geri dönmek olacak. Kimse bana karışamayacak o zaman.

Yanağımda bir öpücükle irkilerek gözleri açtım. Şefkat duygusu yerine bir korku hissetmemin sebebine anlam veremedim. Babamdı işte, işe gitmeden bizi öpüyordu.

Dış kapının hemen yanındaki ranzanın üst katından aşağıya indim. Uzun bir koridora benziyordu bu oda. Yerler açık renkli bir halıfleks kaplı, pencerenin bir tarafında tek kişilik bir yatak, karşısında bir giysi dolabı vardı. Yatağın üstündeki portakal renkli örtü, bu odaya biraz olsun sıcaklık katıyordu.

Oturma odası, aynı zamanda anne baba ve iki kardeşimin de yatak odasıydı. Duvarda boydan boya bir vitrin vardı ve içi kitap doluydu. Yaşasın, mutlu olmak için bir sebep bulmuştum. Ne kadar çok okuyacak kitap vardı bu evde. Her kitapta başka bir hayal dünyasına gidecek, şu an bana hüzün veren kendi dünyamdan kurtulacaktım.

İlk elime aldığım kitap “Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü – V.İ .Lenin”. İçini açıp Türkçe mi diye kontrol etme gereği duydum. Keçi sakallı bir adamın resmi dışında hiçbir resim olmayan kitabı bırakıp başka bir kitap aldım. 3 kitaplık bir serinin kitabıydı, oh ne güzel kim bilir kaç aile hikayesi vardır bu “KAPİTAL” de. Yine hüsran. Açık mavi renkte olan tüm bu kitaplar roman değildi. Dedemin bahsettiği anarşist kitaplardı galiba bunlar. Birkaç sene önce apartmanın boşluğundan amcamın attığı kitaplar da bunlardan mıydı acaba. Evde sadece defalarca okuduğum, Atatürk’ün hayatını anlatan kitaplar kalmıştı.

Vitrinin önündeki masada annem kahvaltıyı hazırlamış, üç kız kardeşim şakalaşarak yemeğe başlamıştı bile. Kahvaltıya tam başlayacakken, açılır üç kişilik koltuğun karşısındaki duvarda çerçevelenmiş bir adam resmi gördüm. Başında bir kasket, üstündeki gömleğindeki düğmelerin biri kopmuş, yerine başka bir düğme dikilmiş, odanın baş köşesine asılı bu adamı annem de tanımıyordu. Evimizde çerçevelenmiş duvara asılmış tek resimdeki adamı tanımıyorduk.

Her şey ne kadar anlamsızdı. Bu iki odalı, küçük mutfak ve banyolu ev. Bu kitaplar, bu çerçeve, daha da anlamsızı komşularımızdı. Üç katlı bu binada, 10 dairenin yarısı Kürt, yarısı Pakistanlıydı.

Kürt mü? Küçükken anneannem bana yasaklamamış mıydı Kürt çocuklarla oynamamı!

Şimdi annem bizi onların evine mi götürecek. Apartmandaki herkes bizimle tanışsın diye davet mi etmişler?

Hayatımda ilk önyargılarımın kırıldığı andı Kürt komşularla tanışma. Ne kadar içten, ne kadar sevgiyle kucakladılar bizi. Türkiye kokuyorduk, ne kadar da güzel Türkçe konuşuyorduk kardeşimle ben.

Onları o kadar sevdim ki, Fransızcadan önce Kürtçe öğrenmek istedim. Üstelik binanın girişindeki Kemal Abi’nin bir sürü okunabilir kitabı vardı. Bana “İnce Memed” serisini verdi. Onların da evinde o düğmeleri değişik adamın resmi vardı. Kemal Abi anlatmıştı bana bu boynu bükük adamın aslında çok özgüvenli, kendi doğrularını sonuna kadar savunan, hatta TKP’den ayrılıp yeni bir oluşum kurabilen yiğit biri olduğunu ve intihar deyip yalan söylediklerini, aslında işkencede öldürüldüğünü. Adı İbrahim Kaypakkaya idi. İnce Memed’i okuduktan sonra, İbrahim Kaypakkaya’nın hayatını, bana daha detaylı anlatacağına söz verdi.

Bütün günü komşularımızla geçirip yaptıkları güzel yiyecekleri yedikten sonra kendimi daha iyi hissetmeye başlamıştım. Oturduğumuz binanın hemen yanı büyük bir parktı. Küçük mahallemizin tüm sakinleri bu parkta günlerini geçirdiklerinden, ilk hafta hemen hemen tüm mahalleliyi uzaktan tanımıştım. Portekiz, Yugoslav, Mauritiuslu, Pakistanlı, Arap ve Kürtlerden oluşan yeni çevrem beni heyecanlandırmaya başlamıştı.

İlk hafta sonu hep beraber Paris’e gittik metroyla. Evimiz Paris’e yarım saatlik uzaklıkta bir banliyödeydi. Paris’te ilk gördüğüm yer, kuzenlerimin yaşadığı Türk mahallesiydi. Babam bizi kuzenlere gitmeden önce derneğe götürdü. Eski bir binanın içinde, birinci katta bir daire idi. Kahvehane gibi masa ve sandalyeler, her masada dergiler duruyordu. Oradakiler de Türkiye’den yeni geldiğimizi öğrenince bizi senelerdir tanıyorlarmış gibi içten karşıladılar, sıkı sıkı sarıldılar. Aslında bizimle, Türkiye’ye olan özlemlerini biraz olsun giderme isteğiydi bu karşılama.

Kuzenlerimiz iki kardeş, derneğin olduğu sokakta, geniş bir salon, perdeyle ayrılmış minicik bir yatak odası ve küçük mutfaklı bu evde, hafta sonları 15-20 kişi ağırlıyorlardı. Eve her gelen elinde bir torba yiyecek içecek ve birkaç tane kiralık video kasetiyle geliyordu. Sabaha kadar Türk filmleri izleyip o geniş salonda uyuyorduk. Küçükken Erzincan’da dedemlerin evinde televizyon var diye komşular toplanırdı, şimdi de Türk video kasetleri izlemek için toplanılıyordu Paris’in göbeğinde.

Kafam çok karışmıştı Fransa’ya geldiğimden beri, henüz hiçbir Fransız’la tanışmamış ve Fransızcadan çok Kürtçe kelime öğrenmiştim. Her tanıştığım Türk’ün yüzünde derin bir özlem ve acı görüyor ama neden hepimizin ülkemizi terk edip geldiğimizi anlayamıyordum. Evlerimiz daha küçük, mahallemiz daha dar, geçimimiz daha kısıtlıydı. Büyük olan sadece özlem ve hayallerimizdi galiba…

Yazının ilk bölümünü okumak için tıklayınız.