Bugüne kadar sezaryen konusunda siyasetçiler konuştu, doktorlar konuştu, gazeteciler konuştu, muhalifler konuştu. Bütün bu sesin ortasında doğum yapan annelerin sesi duyulmaz oldu. Siyasetçiler sezaryen oranlarının çok yüksek olduğunu, doktorların ve hastanelerin keyfi bir biçimde anne adaylarını sezaryene yönelttiklerini söyledi. Doktorlar sezaryenin bu şekilde kısıtlanmasının anne-çocuk ölümlerinin sayısını artıracağını ve meselenin keyfiyet değil, sağlık hizmetlerinin örgütlenişiyle ilgili olduğunu söylediler. Tıbbi zorunluluk bulunması halinde doğumun sezaryenle yapılmasını düzenleyen kanunun, Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmesinden itibaren gazetelerde korku dolu hikâyeler okumaya başladık. Sezaryene çok geç kalındığı için ölen annelerin, çocukların hikâyeleriydi bunlar. Doktorlar ve gazeteciler bizi uyardılar daha da fazlası olabilir diye.
Bütün bunlar bizde sanki sezaryenin hikâyesi bu kanunla başlayan bir hikâyeymiş gibi bir hava yarattı. Oysa değil. Tam da sezaryen meselesinde anlamlı bir tutum alabilmek için bandı biraz geriye sarmak ve bu kanundan önce sağlık piyasasından hizmet almaya çalışan annelerin başına neler geldiğine bakmak gerekiyor. Bu annelerin hikâyesine baktığınızda ise karşınıza iki apayrı hikâye çıkıyor. Ulusal istatistiki ortalamaların yansıtmadığı bir hikâye bu. Evet seksenli yıllarla birlikte bütün dünyada ulusal sezaryen ortalamaları yükseldi. Bu yükseliş iki binli yıllarda tepe noktasına ulaştı. Örneğin az sezaryen yapmakla övünen Amerika’nın ulusal sezaryen ortalaması bile 2007’de üyzde 31,8 civarındaydı. Çin’de bu oran yüzde 46 civarında. Brezilya gibi ülkelerde bu oran yüzde 80’lere varmış durumda. Ama bunlar hep ulusal ortalamalar. Ve bu ulusal ortalamalar kadınların yaşadığı farklı deneyimleri yansıtmıyorlar.
“Benim sınıfım, senin kararın”
Türkiye’de sezaryen oranı yüzde elliye yakın denilmekte. Bu oran üzerinden gidelim örneğin. Bu kanun çıkmadan önce kendi özel doktoru ile özel bir hastanede (sigortası karşılasın ya da karşılamasın) doğum yapmak isteyen bir annenin normal doğum yapabilme şansı pek yoktu. Bunu etrafımdan duyduğum yüzlerce hikâyeden biliyorum. 2005 yılında doktorumun antlaşmalı olduğu İstanbul’un en büyük hastanelerinden birine sancım geldiği için normal doğum yapmak için gittiğimde bana “rezervasyonsuz hasta alamayacaklarını” söylemelerinden biliyorum. Hastane personeline “şaka mı yapıyorsunuz, ben doğuruyorum” dediğimde, “önceden oda rezervasyonu yaptırmam gerektiğini” söylemişlerdi. Doğum hemşiresi neden sonra benim normal doğum yapmak isteğimi anladı. Uzun Kurban Bayramı tatiliydi ve aileler çocukları tatilde doğsun diye sezaryen randevularını önceden almışlardı. Bütün hastaneler önceden tarihi planlanmış doğumlar yüzünden doluydu. Bir başka arkadaşıma doktoru, bebek çok büyük olduğu için sezaryenle erken bir tarihte almaları gerektiğini söyledi. Arkadaşım normal doğum yapmak istiyordu, riski duyunca 3 hafta önce bebeğini sezaryenle doğurdu. Bebek 2 kilo 200 gramdı. Türkiye’de özel hastane sistemine girip de çeşitli nedenlerle normal doğumdan vazgeçmiş yüzlerce anne tanıyorum.
Niyetim doktorları suçlamak değil elbette. Bu akıntıya karşı kürek çeken binlerce doktorun olduğunu da biliyorum, ama bu akıntının gerçek olduğunu da. Sezaryen özel muayenesi olan doktorlar için iyi bir şey. Neden olmasın ki? Normal doğumun saati belli değil, günü belli değil, tatile çıkamıyorsunuz. Ve hastanız doğuma kesinlikle nöbetçi doktorun değil, sizin girmenizi istiyor. Neticede doğuma sizin girmeniz için en başından beri size para ödemiş, özel ofisinize gelmiş.
Elbette bu durum sadece doktorların rahatıyla da ilgili değil. Sağlık hizmetlerinin temel mantığındaki dönüşümle de ilgili. Olması muhtemel hastalıklar için bile sürekli kontrole gitmeniz, testler yaptırmanız, paralar ödemeniz gerekiyor. Doğum hayata dair normal bir süreç, bir hastalık değil ama bu süreç “normal” kategorisi altında öylesine standardize edilmiş durumda ki, hemen her şey o dar normal tanımının dışına çıktığı için risk faktörü olarak görülebiliyor. Örneğin geç yaşta doğum yapıyor olmak, bebeğin kilosunun fazla olması gibi durumlar hep birer risk faktörü. Bu eğitimden geçmiş hekimler de risk almak istemiyorlar. Bu tıbbileşme kadınların doğum sürecinde aktif özneler olmasının önünü kapatıyor. Hamilelik ikili testler, üçlü testler, ultrasonlar, standart kilolar, yenilmesi, yenilmemesi gerekenler ile bir rasyonellik, ölçülebilirlik, beklenebilirlik sürecine dönüşüyor.
Sağlık hizmetlerinin mantığındaki dönüşüme bir de sağlık hizmetlerinin örgütlenişindeki dönüşümü ekleyin, yüksek sezaryen oranları sonucuna otomatikman ulaşacaksınız. Bugün dünyanın hemen her yerinde sağlık hizmetleri özelleşmiş durumda. Özel hastanelerin sahiplerinin, onu işletenlerin temel mantığı sağlıktan para kazanmak. Normal doğum yaptıran doktorla sezaryen yapan doktorun kazandığı ücret arasında çok büyük bir fark olmayabilir, ama hastanelerin normal doğumdan kazandığı para ile cerrahi bir prosedür olan ve bu yüzden pahalı olan sezaryenden kazandıkları para arasında bir fark var. Sezaryen maliyetli bir operasyon olduğu için hastaneler bu operasyondan para kazanıyor ama devlet ve sigorta şirketleri para kaybediyor. Buyrun size devlet ve sigorta şirketlerinin sezaryen karşıtı olmasının asıl nedeni!..
Bu hikâyenin bir yüzü. Bu yüzüne baktığımda normal doğum bir haktır demek, bunu bağıra bağıra söylemek istiyorum. Hikâyenin başka bir yüzü daha var ama. Sezaryen bir ameliyat. Gerekli olduğu durumlarda yapıldığında anne ve çocuğun hayatını kurtaran bir ameliyat. Doğumda yaşanan anne-çocuk ölümleri oranının düşmesinin bir nedeni de sezaryenin yaygınlaşması. Gerektiği durumlarda yapıldığında hayat kurtaran bu ameliyat, deneyimli hekimler, anestezi uzmanları, cerrahi müdahale odaları gerektiriyor. Bu ameliyatın yapılması kararının alınması annenin hamilelik boyunca takip edilmesini gerektiriyor. Bu ameliyatın yapılması ülke çapına yayılmış yaygın ve ucuz sağlık hizmetlerinin varlığını gerektiriyor.
Bu duruma bir de sezaryeni kadınların bilerek ve “tıbbi bir gereklilik” olmadan da tercih edebileceği gerçeğini eklemek gerekiyor. Normal doğum tartışması normal doğumu kadınlar için mümkün en iyi doğum biçimi olarak sunuyor (üstelik bunu yapan sadece siyasiler de değil doğalcı annelik akımı uzun zamandır bu fikirde). Oysa doğum tıp hizmetlerinin geliştiği ve yaygınlaştığı yirminci yüzyıldan önce de kadınlar için güllük gülistanlık bir deneyim değildi. Romanlar, tarih, öyküler hep kadınların doğum sırasında çektikleri acıyı, yaşadıkları korkuyu anlatırlar. İlk dalga feminizm tam da bu acının üzerinden ağrısız doğumu kadınların yararına ve özgürleştirici bir deneyim olarak görmekteydi. Bu durum son yirmi yılda değişti, doğal olan her şeyin kutsandığı ve hiyerarşik olarak üstün görüldüğü bu yeni annecilik kadınlara çocukları için yapmak istemedikleri şeyleri yapmaları gerektiğini ve çocuklar için en iyisinin “doğal” olan olduğunu söylüyor (sezaryene karşı normal doğum; mamaya karşı emzirme gibi). Bu durum çeşitli nedenlerle bunu yapamayan kadınlara kendini kusuru ve eksik hissettiriyor. Oysa kadınların sırf doğumdan duydukları korku ve acı yüzünden de sezaryeni seçme hakları olmalıdır.
Hadi lafı fazla uzatmayayım, bu ülkede pek çok kadının bu yasadan önce de sezaryen gibi bir şansı yoktu. Dolayısıyla yüzde elli ulusal ortalama bu ülkede sağlık hizmetlerine erişimdeki eşitsizliği yansıtmıyor. Özel hastane sisteminin içinde sağlık hizmetlerinin masrafını (bir bölümünü ya da hepsini) kendi ceplerinden karşılamaya muktedir olan kadınlar kendilerini şartlar ne olursa olsun genellikle sezaryen masasında bulurken, bu ülkenin öteki kadınları ulusal ortalamayı düşürenler oluyor hep. Çocuğunu sezaryen ile 2,3 kilo doğuran arkadaşım bana “Zeynep Kamil’e gitseydim bağıra bağıra doğururdum derken” aslında çıplak gözle bu gerçeğin farkına varmıştı. Nitekim kanun tasarısı tartışılırken çokça yazıldı, çizildi; sezaryen oranları özel kliniklerde yüzde doksanlara varan rakamlarla hiç de ulusal ortalamayı yansıtmıyor, o ulusal ortalamayı dramatik bir biçimde yukarı çekiyor.
Dolayısıyla beyler (beyler diyorum çünkü bu konuda hep siz konuşuyorsunuz) kadınlar normal mi doğursun, sezaryenle mi doğursun diye tartışmadan önce sağlıkta yarattığınız heyulaya dönüp bir bakın. Başka ne bekliyordunuz? Şimdi siz o heyulanın sonuçlarını yine kadınların bedenleri üzerinde kararlar vererek bertaraf etmeye çalışıyorsunuz…
Dünya Sağlık Örgütü, Haziran 2010’da sezaryen oranlarının ülkemizde siyasetçiler tarafından sıkça referans verilen yüzde 10-15 civarında olmasına dair önerisini geri çekti. Bu öneriyi geri çekerken yaptıkları açıklamada şöyle diyorlardı “Sezaryen oranlarına dair optimum bir yüzdenin varlığına dair ampirik bir kanıt bulunmamaktadır. Her şeyden önemlisi kadınların sezaryen yaptırmaları gerektiğinde yaptırabiliyor olmalarıdır”. Evet sezaryen bir haktır, ama yalnızca parası olan kadınların hakkı değildir. Ama çocuklarını risklerine rağmen, bağıra bağıra doğurmak da kadınların hakkıdır. Özel sağlık hizmetleri tarafından soyulacak paraları olduğunda bile bu hakları vardır.
Sezaryen ve normal doğum tartışmasında sezaryen iyidir, normal doğum iyidir tartışmasını geçmeliyiz. Bu konudaki en anlamlı politika kadınların seçim hakkına yönelik olmalıdır. Evet kadınlar nasıl doğuracakları konusunda karar verebilirler. Doğumdan ölesiye korktuğum için sezaryen da olabilirim, 4,5 kilo bebeğimi normal de doğurabilirim. Bu yasaya karşıyım, sezaryeni kısıtladığı için değil, kadınların bedenini bir kez daha aşırı tıbbileştirilmiş bir alana hapsettiği ve kadınların elinden seçme hakkını aldığı için. Tıpkı bu yasadan önce de olduğu gibi.
Trackbacks/Pingbacks