ABD’li müzisyen, efsanevi gitarist Nile Rodgers hayat hikâyesini yazdı ve Le Freak: An Upside Down Story of Family (Ucube: Bir Ailenin Alt Üst Olmuş Hikâyesi başlığı altında yayınladı… Kariyerine New York’ta başlayan Rodgers, Sesam Street müzik grubuyla çalmaya başladığında henüz 20’sinde bile değildi. Harlem’in efsanevi Apollo Tiyatrosu’nda Screaming Jay Hawkins, Maxine Brown, Aretha Franklin, Ben E. King, Betty Wright, Earl Lewis gibi efsanelerin yanı sıra, the Channels, Parliament Funkadelic gibi R&B gruplarına eşlik etti. Aşağıdaki paragraflar Rodgers’ın kitabından aile tarihinden öğrendiklerine dair pasajlar…
Annem bana hamile kaldığında 13 yaşındaymış. Beni evlatlık vermiş ama sonra geri alabilmek için savaşmış, babası onu evden atmış bu yüzden. Okula gitmek yerine, IBM’de bir işe girmiş…
Büyürken annemle ve üvey babamla aramdaki ilişkiler hiç de kolay değildi, çünkü her ikisi de eroin bağımlısı ve bencillerdi. Aslında iyi insanlardı, ama bir şeye bağımlı olduğun zaman, o şeye sahip olmaktan başka bir şey düşünemezsin… Bir çocuk olarak, bencilce davranışların bana yönelik olduğunun farkında değildim, bunun yerine beni sevmediklerini düşünüyordum: Kötü bir çocuktum. Beni sevebilecekleri ve önemseyebilecekleri kadar iyi olmayı nasıl becerecektim?
Başımın çaresine bakmak ve onların sevgilerini kazanmak zorundaydım. Denediğim bazı hayatta kalma mekanizmaları hem canımı acıttı hem de karşılaştığım sorunlarla baş etme yöntemleri geliştirmemi sağladı. Bazı şeyleri nasıl onarmam gerektiğini öğrendim, çünkü hayatta kalmam o şeylerin çalışmasına bağlıydı. İşte bu yüzden sizinle konuşuyorum. Bugün artık bir yapımcı ve şarkı yazarıyım, problem-çözücüyüm. Madonna’nın Like a Virgin’i 20 milyondan fazla sattı. Let’s Dance, David Bowie’nin en çok satan albümü oldu, sadece 17 günde yapmıştım…
Hiçbir zaman ebeveynlerimin normal insanlar olmalarını istemedim, çünkü bu halleriyle benzersiz, özel ve muhteşemler… Gözler daima üstlerinde oldu çünkü biri siyahi biri beyazdı ve 1950’lerin New York’unda bu o kadar da kolay değildi… Ama aynı zamanda çok da havalılardı. Okuldan bu yana hokey oynarım ve film seyrederim. Başkalarının ailelerini televizyon dizilerindeki karakterlere benzetiyorum, benimkilerse film yıldızlarıydı…
Bütün büyükleri ilk isimleriyle çağırıyordum ve annem de o büyüklerden biriydi. Kendi kuşağımda aileye doğmuş ilk çocuktum, bu yüzden yaş olarak da ebeveynlerime yakındım, bu yüzden bana saygı duyuyorlardı. Benimle eşitleriymişim gibi konuşuyorlardı. Satranç oynuyorduk. Bir arkadaşa ihtiyaçları vardı.
Onlardan öğrendiğim en önemli ders şu: İnsanlara sana nasıl davranmalarını istiyorsan öyle davran. Bütün o beatnik kuşağı cidden çok havalıydı, ama ben etrafımdaki insanlarla ilgilenmek üzere büyütülmüştüm. Dört üvey kardeşim vardı. Tembel olabilirlerdi, ellerinden hiçbir iş gelmeyebilirdi, ama iyi insanlardı ve benimle arkadaş olmalarını istedim. Bütün kardeşlerimi seviyorum, ama tembeller, çünkü herkesin her işini ben görüyordum. İlk profesyonel işime (Sesam Street grubu) 17 ya da 18 yaşımda başladım. Ebeveynlerimden daha çok bpara kazanıyorlardı, onlar da çalışmamaya karar verdiler. Bütün sorumluluk benimdi ve bu da ailemin bana verdiği şeylerden biriydi. Kimsenin başına kötü bir şey gelmesini istemiyordum.
Kendi çocuklarım olmadı. Bütün ailenin reisi gibiyim şimdi. Çok çalıştım, hayatımda çok büyük değişimler geçirdim ve hepsine de kardeşlerim eşlik etti.
Annem ve erkek kardeşlerim bütünüyle bana bağımlı yaşıyorlar. Aslında temelde hepimiz hâlâ hippiler gibi yaşıyoruz, tesadüfen ben de bu klanın para kazanan üyesiyim. Böyle olmasını istemezdim, ama işin iyi tarafı dünyanın en iyi, en zarif kardeşlerine sahip olmam…
Kaynak: Guardian