Ne de çabuk büyüdük bir yılda. Ne de çok şey bilir olduk.

İlk gün elimizde limonlarla kendimizi korumaya çalışırken şiddetten, çocuklarımız için yaşam alanlarımızın ırzına geçenlerin ne kadar da düşmanca davrandıklarını göremiyorduk.

Hepimizin imdat çığlığıydı Gezi Parkı direnişi.

Genzimizin yanmasına razıydık, yeter ki çocuklarımızın ciğeri yanmasaydı. Evet ,her şey bir ağaç içindi. Her şey insan için. Anlatamadık. Tırmandıkça tırmandı sermayedarların piyonlarının şiddeti. ‘yapmayın’ diye yalvardıkça şiddetlendi. Elimizdeki limon suyu birkaç gün içinde antiasitli, suyla karışık solüsyona dönüştü. Birkaç gün içinde parası olan motorsiklet kaskı aldı en klasından. Çünkü Lobna’nın başı kanıyordu. Derken, gaz maskesinin en dayanıklısını nereden buluruz diye araştırır olduk.

Bir internet başında bir Gezi Parkı’ndaydık. Bazen hem internet başında hem Gezi Parkı’ndaydık. Yarı uyanık uykular uyuduk, rüyalarımızda ağaçlarla konuştuk, göğü delen binalar kâbusumuz oldu.

Çoluğu çocuğu evde bıraktık. Onlarla evde kalırsak, ihanet etmiş olacaktık çocuklarımıza. Ve utanç saracaktı bizi yıllar geçtikçe. Belki yüzlerine bile bakamayacaktık. Yorgun geceleriydik parkın. Gündüz bir tas çorba, biraz temiz çamaşır. Üzerimize sinen gaz kokusunun bir daha hiç geçmeyecekmiş gibi hissettiğimizden sarılamadığımız çocuklarımızın gülümsemesi. Rota: Gezi Parkı… Taksim Gezi Parkı… O bölgede kalan tek yeşil alan. Aslında her şeyin İstiklâl Caddesi’nde sökülen ağaçlarla başladığını nasıl da anlamamıştık. Bunu anlamış olan arkadaşlarımız. “Ağaçları söküyorlar” diye bas bas bağırdığında anlayacak kadar gelişmemişti haleti ruhiyemiz.

Dargınlıklarımızın hepsi son buldu. El ele verdik belki her gün yanından geçip de selam vermediğimiz insanlarla. Nihayetinde bu şehir bizimdi. Her gün havasını soluduğumuz, Çiçeklerine, böceklerine, ağaçlarına muhtaç olduğumuz bu şehir.

Umut doluyduk aslında. Biliyorduk ki muktedirin şiddeti korkusunda gizliydi. Onun için yeşil sadece bir avuç dolay demekti. Bir çanta dolusu, koca bir kasa dolusu.

Şehir çoktan doymuştu saçma görünüşlü betondan yapma ağaçlı AVM’lere. Muktedirin uğur böceği görmeye bile tahammülü yoktu. Çünkü o kadar uzaklaşmıştı özünden. Bu yüzden böcek gibi gördüğü kentini savunan kentdaşlara böcek ilacı sıkar gibi gaz sıkıyordu. Üstelik biz evimizde böceklerle birlikte yaşamaya alışmış, onlara ilaç dahi yapamıyorduk.

Sonra bir bir haberleri geldi arkadaşlarımızın. Lobna, ilk değildi. Üstelik ortada gördüğümüz şiddet mağdurları da sadece o kadar değildi. Gelecek kötü haberlerden hepimiz habersizdik. Hiç tanımadığımız arkadaşlarımız ağaç olacaklardı.

Zaman zaman neyin gerçek olduğunu bilemez hale geldik. Uykusuzluk, şiddet. Doğru neydi bazen onu da şaşırdıysak da ikisinin de yoluna çabucak emin olduk. Yürüdük. Köprüler geçtik. Yollarımızı değiştirip hep vardık Taksim’e, Gezi Parkı’na, arkadaşlarımızın yanına. Yeni türküler yazmak, şarkılar söylemek için.

Hiç yitirmedik umudumuzu. En inançla haykırdığımız slogan hep “bu daha başlangıç, mücadeleye devam” oldu.

Bugün de böyle, hâlâ neşeli çocuklarız ağaçlara sarılan. Sadece büyüdük, terminolojimiz ve bazı toplumsal reflekslerimiz değişti. Yeni ve şiddetin olmadığı eylem biçimleri üretip, zihnimizi açıp; bu daha başlangıç mücadeleye devam!

“Yemin ediyoruz savunmaya…”

!Ay Carmela!