Oliver James‘in, 24 Ekim 2004 tarihli Observer Gazetesi’nde yayınlanan yazısını sosyal psikolog Üstün Öngel‘in çevirisiyle yayınlıyoruz.  

Yüksek müzik yeteneği olan çocuklar, yaygın kanının aksine doğuştan böyle değiller; onların sadece aşırı talepkâr anne-babaları var.

Sıradışı yeteneklerin genetikle alakalı olduğu yaygın bir kanı olmasına karşın, gerçek durum hiç de öyle değildir. Müzik yeteneğine bakalım örneğin. Biliyoruz ki, her çocuk notaları tanıma kapasitesine sahip ve müzik yeteneği yüksek çocuklar, küçüklükten itibaren özel ilgi görmüş çocuklar arasından çıkıyor.

Britanyalı psikolog Michael Sloboda’nın bilimsel çalışmaları, bu tür müzik yeteneği yüksek çocuklara, bebekken (hatta ana rahmindeyken) annelerinin çok sık şarkı söylediğini, bu çocukların bebekken şarkılı oyunlara katılmalarının sürekli teşvik edildiğini gösteriyor. Herhangi bir müzik yeteneğinin belirginleşmesinden çok önce gerçekleşen bu etkileşimler, çocuğun ilerde müzik yeteneğinin yüksek olmasında yetiştirmenin ve çevre etkisinin birinci derecede önemli olduğunu gösteriyor.

Bugüne kadar klasik müzik sanatçılarıyla yapılan çalışmalar da gösteriyor ki, en iyi müzisyenler (solistler), çocukluktan itibaren diğer sıradan orkestra elemanlarına kıyasla çok daha fazla çalışmışlar, çünkü anne-babaları onları bu yüksek çalışma temposu için sürekli sıkıştırmış. Bir müzik okulunda en iyi kemancıların diğer kemancılara kıyasla hayatları boyunca iki misli daha çok çalışmış oldukları da bulunmuş.

Üniversite çağında bir müzik okuluna girmeyi başarabilmiş gençlere baktığımızda, bu gençlerin hepsinin küçük yaşlardan itibaren müzik dersleri aldıklarını, anne-babalarının ne yapıp edip zaman yaratarak çocuklarını derslere götürüp getirme işini üstlendiklerini, konserlere katılmalarını sağladıklarını görüyoruz. Çok küçük yaşlardan itibaren bu çocuklar anne-babaları tarafından “müziğe yetenekli” diye tanımlanmışlar ve kendileri de bu etiketi içselleştirmişler.

Michael Jackson’ın hikâyesi, her ne kadar vahşet içeren bir örnek olsa da, bu durumu somut olarak örnekliyor.

Jackson, dayağın sıradan bir uygulama olduğu, duygusal işkencenin ve dayatmanın hakim olduğu bir ortamda büyüdü. Babası tarafından sürekli aşağılanıyordu; her fırsatta babası Jackson’a “sen hiçbişiysin” (“you’re nuthin”) diyordu.

Jackson’ın babasının diğer şiddet kullanan babalardan farkı, onun bu terörü çocuklarının müzisyen ve dansçı olmaları için kullanmasıydı. Jackson Beşlisi elemanları (“The Jackson Five”; Michael Jackson ve diğer kardeşleri ilk başlarda, henüz çocukken, beşli olarak müzik dünyasına atıldılar. Michael Jackson’ın yanı sıra, Janet Jackson da sonraları tek başına ünlendi) okulda olmadıkları saatlerde, kırbaç altında çalışmak zorundaydılar. Diğer çocuklarla sosyal ilişkiye girmelerine izin yoktu, okul biter bitmez eve gelmeleri gerekiyordu ve yatma saatine kadar çalışıyorlardı; eğer buna en küçük bir itirazları olurlarsa, kemerle dayak yiyorlardı.

Michael babası tarafından “seçilmişti” ve babası onunla özel olarak ilgileniyordu; seviyesini yükseltmesi için hepsinden daha çok çalıştırılıyordu. Diğerlerinden daha yetenekli olmasının bir nedeni buydu. Diğer nedeni ise, annesinin onu farklı görmesiydi: “Diğer çocuklarımdan farklı göründü bana, özeldi o.” Annesi, ona öyle davrandığı için onun böyle farklı olabileceğini hiç aklına getirmeden söylüyordu bunu.

Britpop 1996 yılı ödül töreninde Bob Geldof, Michael Jackson’ı sahneye çağırırken şöyle diyordu: “Meleklerin sesiyle şarkı söylüyor, Tanrı’nın ayaklarıyla dans ediyor.”

Hayır Bob, hayır, Tanrı yok işin içinde. O sadece babasının kırbacından kaçmak için sürekli dans etmek zorunda kalmış birisi.