Nerede doğduğumuz ve büyüdüğümüz bizim kim olduğumuzu belirleyen unsurlardan biri. Oranın coğrafyası, dili, kültürü varlığımıza, davranışlarımıza aksediyor; bizi biz yapıyor. Bazen içinden çıkıp kurtulmak istediğimiz bazen sıkı sıkıya tutunup kaybolmasın istediğimiz alışkanlıklar beklentiler.
Olumsuz bir sınırlılık arz ediyor bazen, benimsenmiş ve ötesi düşünülemeyen bir akıl tutulmasına sebep oluyor bir yerden olmak.
Kendimden şöyle biliyorum. Ana baba tarafından bir köyüm, kasabam yok, bir yerden gelen tarhanam yok, halk oyunu bilmem, geleneksel yemek bilmem… Bunlar benim olmak istediğim yer ve çocuklarımın ait olmasını istediğim yer açısından büyük avantaj.
Dünya benim, bizim. Küçük düşünüp, birilerinin gösterdiği kalıba sığmak zorunda olmamalı. Lakin, bağlara, öğrenilere de ihtiyacı var insanın. Farklı bir yemeğin nasıl pişirildiğini öğrenmek, oranın yerel diliyle söylenen coşkulu cümleleri bilmek unutmamak, gidince kaldığın yerden devam etmek güzel bir liman. Ama o limandan çıkmayıp etrafı da senin köy gibi sanırsan ya da bir farklılığı görüp hemen gardını alırsan, dışlarsan, kötülersen bil ki senin aklın tutulmuş.
Bodrum’da yaşıyoruz ve yaklaşık altı aydır mülteciler için çalışıyoruz. Bu insanları gördükçe, tanıdıkça şunu anladım ki, aidiyet için aslında bir toprakta büyümek de gerekmiyor.
Mülteciler. Buradalar, savaştan kaçmışlar; şimdilik bu bile yeterli onlar için ve çeşitli niyetleri var devam etmek için. Bir sürü yaştan çocukları var, burada doğanlar var, adı Bodrum konan bile var. Anaları 16, 19 yaşında kiminin ve babaları savaşta ölmüş.
Battaniye ve karton üzerinde, sokakta büyüyor, kim ne verdiyse onunla yetiniyor, yaşıyor. “Meme var, oyun var, hııı!” diye gösterilen parmak var, çekilen kulak var. Bildiği insanın yanında ama kartonda yatıyor, yemeği de bulunca yiyor. Mutlu demek iddialı olur tabii ama mutsuz da değil. Endişeli daha ziyade. Devam ediyor işte.
Ailenin yanında ne öğrenirsen onu öğrenmeye devam ediyor. Savaştan kaçmış olması bunu değiştirmiyor. Senin benim çocuğum gibi, biraz şımarıklık, bolca merak enerji filan. Farkları çok daha fazla endişe ve şüphe sahibi olması elbette. Çok korkutucu ve üzücü bir şey de bu tabii. Ama hayatta bunu nasıl kullanacağı da çok mühim. Kimlerle karşılaşacağı ve onların elini nasıl tutacağı geleceğini şekillendirecek.
Ey Galyalı hemşehrilerim ve sevgili Romalılar! Memleket neresi biliyor musun? Bence anan, baban, deden, ninen kim yetiştiriyorsa seni, o senin memleketin. O ne öğretiyorsa o’sun sen. Üzerine eklediğin öğreniler ve çıkarttığın hatalarla da sen oluyorsun. Onları da tanıdığın başka insanları analiz ederek öğreniyorsun. Memleket, aileden sonra en çok da arkadaşlar biraz da başka insanlar o zaman.
O kırmızı çizgileri hiç tanımadığımız insanlar çizdi, çiziyor. Kahverengiler, yeşiller ve maviler bize, kuşa, böceğe lazım olan kısım. Hayatta kalmana sebep olan, hayatını kaybetmene değil.
Tüm yazdıklarımın özetini zaten Cahit Sıtkı demiş, daha da güzel demiş:
Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet ölümden olsun.