Başka’nın belirişi diyebileceğimiz yeni yüze, canımdan bir parça olmasının ötesinde, insanın ilk dakikalarına şahit olmak heyecan vericiydi. O hem torunumdu hem de idrak manasında ilk insandı benim için.
Ey yedi yaş / ey yola çıkmanın şaşılası anı / senden sonra ne varsa / çılgınlıklar bilgisizlikler yığınında geçip gitti Furuğ Ferruhzad
Torunumun yüzünü gördüğüm anda yaşamın bambaşka bir evresine geçtiğimi anladım. Doğar doğmaz insanı bir daha bırakmayacak olan açlık duygusunu açığa vurmuş, incecik ağıtıyla bitkin kızımın kollarına bırakılmıştı. Dünyaya gelmenin şevki, şaşkınlığı, kırgınlığı bütün bedenini kaplamıştı ama benim ilgimi çeken yüzdü. Başka’nın belirişi diyebileceğimiz yeni yüze, canımdan bir parça olmasının ötesinde, insanın ilk dakikalarına şahit olmak heyecan vericiydi. O hem torunumdu hem de idrak manasında ilk insandı benim için. Kendi çocuklarımı narkozdan ayılana kadar görememiştim, bu onları ancak dünya kıyafetlerine bürünmüş ve yatışmış olarak görebilmem demekti. Yüzün tezahürü ‘ilk söylem’ gerçekten de Emmanuel Levinas’ın Başka’nın İzi yazısında anlattığı gibi. Ali’nin yüzü hiçbir kültürel süsleme barındırmayan bir sadelikle tamamiyle mutlak bir alandan kopup gelmişti. Tümüyle yabancı diye tanımlanan geldiği yer, onu hiç yoktan var eden Tanrının katıydı elbette.
Kendi çocuklarımda iş güç ve telaşelerden gözlemleyemediğim birçok şeye, Ali’nin tezahür alanında varoluşunu inşa edişine mesela, yakînen muttali oldum. Hayatta kalmak, yürümek, konuşmak, müdahil olmak, inisiyatif almak için verdiği nice sonsuz mücadeleler. Burada sadece annesinin bir yurt dışı seyahati sırasında benimle birkaç gün kalan Ali’nin, üç yaşına merdiven dayamış bir küçük prensin hassasiyetlerinden, kırılganlıklarından söz edeceğim.
İlk gün parklara gittik, gezip dolaştık ama ikinci gün bastıran sağanak yağmur bizi eve kilitledi. Çok sevdiğim bir doğa videosunu birlikte izlemeye başladık. Alelâde bir ormanda usulca geziniyoruz ve arka planda akan derenin şırıltısı duyuluyor olağanüstü bir yan flüt solosu eşliğinde. Ne görüyorsun dediğimde kuş dedi Ali. Nerede ki diye şaştığımda yaprakların arkasında deyince bir düşünce aldı beni. Sonra gemi gidiyor bak dedi ellerini çırparak. Bu kadarı fazlaydı, göremediğimi anlayınca gözlüğümü uzattı sen de hiçbir şey göremiyorsun diyerek. İnsanın gördüğü bir şeyi başkalarının inkar etmesinin yarattığı kırılganlığı Küçük Prens’ten biliyorduk. Çizdiği şapkaya benzer çizginin ‘fil yutmuş bir boğa yılanı’ olduğunu herkesin kabul etmesini istiyor ve bunun böyle görülmemesine içerliyordu. Birinin gösterdiği şey dikkatlice bakıldığında görüntü bulanık da olsa, bir görünüp bir kaybolsa da eninde sonunda beliriyor zihinde bir şekilde.
Ali ile vakit geçirirken ilk kez ırk kavramı bütünüyle yıkıldı kafamda. Annesiz kalınca ağlamanın, takdir edilince sevinmenin, haksızlığa uğradığına inandığında yeise kapılmanın rengi ırkı olabilir mi. Rum suresinin 22. ayetinde farklı yaratılışlardan bir zenginlik olarak sözedilir. Göklerin ve yerin yaratılışıyla birlikte anma etkileyici ve manidardır : “Göklerin ve yerin yaratılışı ile ırklarınızın ve dillerinizin farklı oluşu onun ayetlerindendir. Şüphesiz ki bunda bilenler için nice ayetler vardır.” Peygamberimiz Veda Hutbesi’nde son kez vasiyet eder ırkçılığın eşitsizliğin, her türlü dünyevi hiyerarşinin ayaklar altına alınmasını.
Ali’nin oyuncakların hepsini elinin tersiyle itip büyük bir tutkuyla çaydanlık tencere ve düdüklülere sardırmasının bütünlüklü bir analizi yapılabilir belki ama bu ağır eşyaları kaldırarak içlerine su doldurup boşaltması ilginçti. Bir yandan kaslarını kuvvetlendiriyor öte yandan da bir hayatta kalma oyunu olarak yemek yapmaya çalışıyordu. Baştan beri hiç de cinsiyetli davranmamıştı ama gördüğü ilk kamyona aşık olması, sabahın erken vaktinde çöp arabasının sesiyle yataktan fırlayıp pencereye koşması, sonra iki kız büyütürken rastlamadığım beton arabası, cankurtaran, kepçe, treyler, otobüs tutkusu, yaratılıştan erkek ruhlu oluşunun ilk işaretleri olarak belirdi zihnimde.
İnsan insanı ne kadar kırarsa kırsın peygamberimizin ‘başka insan cennettir’dediği gibi kopmak da mümkün değildir ötekinden büsbütün. Yalnızlık hakkının sonuna kadar korunması şartıyla. Ali kamyonlarını arabalarını yarıştırmaya, belli bir güzergahta düzen tutturmaya çalıştığında ne kadar seslenirsem sesleneyim cevap vermiyordu. Sürekli uyarılmanın mütemadiyen haşır neşir olmanın insanı yok ettiği bir kırılgan nokta var. Mahrem alana sahip olmak, kendiliğiyle baş başa kalmak bir ihtiyacın ötesinde, Sartre’ın savunduğu insan olarak tek ve biricik varoluşu kurmanın ön koşuluydu.
Ali seslenmelerime hiç aldırmayınca çocukluğumu hatırladım. Misafirlerin eksik olmadığı, boş odanın kalmadığı zamanlarda masanın altına girerek oyun kurma ya da bir masal kitabı okuma zamanlarımı. Kalabalık koğuşlarda kalan mahkumun bazen ranzasının etrafını çarşaf ya da battaniyesiyle kapatarak kendine özel bir yalnızlık bahçesi yapması gibi. Tecritin kötülüğünün zıddıydı bir bakıma. İnsan insanda sınanıyor ama insandan uzaklaşamadan tam olarak ne düşündüğünü, hissettiğini de bilemez, kendine doğru yol alamaz kolayına.
Eve misafirler gelince Ali önce sevindi sonra asabileşti. İnsanlar birbirleriyle tokalaşır ve hal hatır sorarken onu unutmuşlardı. Dünyada kapladığı cüssenin henüz küçücük olması, içinde alemler gizli bir insan oluşunu unutturuyordu herhalde. Herkes konuşuyor gülüyor anlatıyor ve onun varlığına aldırmıyorlardı. Uzun süre yok sayılmak, varlığının hiçe sayılması sebebini sadece benim bile güçlükle anlayabildiğim bir ağlama krizine yol açmıştı. Dışarıdakilere göre ise ne olmuştu ki durup dururken. Bu dünyada hiçbir şeyin beyhude olmayacağı açık. Birileri onu dinlesin, dikkate alsın, öğrendiği sözcüklere heyecanlansın, bu güne kadar biriktirdiği hikayesine aşina olsun istiyordu. Yeryüzünün en büyük ihtiyacı dinleyecek birine rastgelmek. Michael Ende Momo karakterini oluşturarak bunu göstermeye çalıştı. Momo aslında cevap bile vermiyor, yol göstermiyor, sadece zaman hususunda bir tahdit olmaksızın muhatabını can kulağıyla dinliyordu bütün ruhunu vererek. İnsanlar izlenecek yolu anlatırken kendileri buluyordu zaten.
Ali insanlara zamanla mukayyet taahhütlerle kendini bağlamanın sıkıntılarını da sanki el yordamıyla keşfetmişti. Şunu ne zaman yapacaksın, bize ne zaman geleceksin gibi sorulara ‘kalbur zaman içinde’ diye cevap veriyordu annesinden dinlediği masallardan yararlanarak.
Sevdiği insanlarla yakınlaşınca her zaman umduğu gibi gitmiyordu işler. Modern dünyanın soyut insan sevgisi Ali’yi de kuşatacaktı sonunda. İnsanın kırıcı örseleyici doğasını görmüş ve fütursuzca ve bütün doğallığıyla anneannesine teyzesine ve nice sevdiklerine ‘git buradan, seni istemiyorum’ demeye başlamıştı bile. Biz gider gibi yapınca da bir dakika geçmeden gitmeyin diye ağlamaya başlayarak. Gelmesini dört gözle beklediği uzaktaki insanlar ona yaklaştığında, oyununu eleştirdiği, uyumaya zorladığı, telefonda çok konuştuğu, onunla yeterince diyalog kurmadığı, başöğretmen gibi şekil vermeye kalktığı durumlarda hoşnutsuzluğunu belli ediyordu. Kovulanlar şaşkınlık içinde nedenini sorduğunda ‘davyandın’diyordu. Davranmak kötü davranmaktı ona göre, çok oylumlu idi içeriği.
Ali kelimelere karşı çok hassas. Sesten harfe harften kelimeye sonra cümleye geçmek emekle ama suyun akışı gibi de hızla gerçekleşiyordu. Dilini kullanmak için logi logi diyerek yaptığı alıştırmalardan, ‘takdir’ kelimesini kemaliyle kullanmaya nasıl geçtiğini anlayamamıştık bile. Dolaplardan çıkarıp salona yığdığı çaydanlıklar tavalar ve tencereleri bırakıp, öğrenme alanından uzaklaşıp, elinde biberon yatağa geçince, ‘anneanne beni takdir ettin mi’deyivermesi inanılmazdı. Nelerden feragat ettiğinin, hayatı bırakıp nasıl da sadece hatırım için öğle uykusuna yattığının kesinkes bilinmesini görülmesini istiyordu. Öyle ya iltifat olmadan marifet nereye kadar.
Bir ikindi sohbetimizde yuvada onu üzen canını sıkan bir şey olup olmadığını sormuştum. Biraz düşündükten sonra evet dedi var canımı sıkan bir şey. “Bil çocuk yanağıma şöyle bir şey yapıp acıtıyor.” Ona söyle sen de bundan hoşlanmadığını, ısrarla devam ederse sen de bir kerecik ona yap da anlasın acıdığını cevabım karşısında telaşla atılıp ‘neyse neyse’ demesi ibret-i alem. Sırrını paylaştığına pişman etmiştim sanki. Bir anda canının yanmasından daha çetrefilli gelmişti ona kötülüğe aynıyla karşılık vermek. Annesinin ütopik barış uzlaşma ve paylaşma telkinlerine fazla mı kapılmıştı acaba. Yaşamın saldırıları, insanın pervasızlıkları karşısında kişiliği geri çekilme üzerine oluşmasındı sonra. İngeborg Bachman’ın Malina’da anlatmaya çalıştığı iki kişi arasında başlayan faşizmin neresindeydi torunum.
İşi gücü hiç bitmeyen zamane anneannesi olarak Ali’yi alıp bir kadın buluşmasına götürdüm ister istemez. Ciddi oturumların ardından kadınlar bütün acılarını sırayla anarak masallardaki kadar büyük bir tencerede helva kavurup dağıttılar. Herkese alır mıydınız ! diye sorarak tabakları dağıtan görevli, Ali yanımdaki sandalyede müstakil olarak oturmasına rağmen onu atlamıştı. Ali’nin yüz ifadesini, ellerini kavuşturup kalışını, sonra ağlamaya başlayışını unutamam. Sorun helva değildi, belli ki anneannesi ona yedirir. Muhatap alınmamak, adam yerine konmamak, atlanmak içini çok acıtmıştı. Bu dünyanın en büyük acılarından biriydi görülmemek yok sayılmak. Ağabeyden rica ettim gelip ona da sorması için ama yanağının burulmasını, canının fiziki olarak yakılmasını affeden Ali, yok sayılmayı affetmedi bir türlü.
Bir sabah ‘bana nasılsın der misin’ dedi Ali. Bunun sorulması onu en çok mutlu eden şeylerden biri, sorulunca hemen iyiyim der, ama bazen de tekeri çıkan arabasından, yuvadaki öğretmenle kimi çatışmalardan, sokaktaki çocuklara karışıp gitmek istediğinden söz eder. Nice kadınlar var ki bir kez yuvada görüldükten sonra bir daha nasılsın denmemiştir. Öyle ya yemek veriliyor elbise alınıyor birlikte akraba ziyaretleri yapılıyor, kötü olacak, hal hatır sormayı gerektirecek ne olabilir ki. Oysa cânı yürekten sorulacak bir nasılsın sorusu bütün insani ilişkilerin can damarı.
Birgün halıda oturmuş hayali telefon konuşması yapıyordu Ali, bir ustaydı anlaşılan muhatap.
Adamcım! Ben kapatayıyım, artık arabanın çatalotunu getir, bak kullanamıyorum senin yüzünden, ben kapatayıyım ona göre diye azarlıyordu birini. Çatalotun ne olduğunu bilmiyorduk, tamamen kendi yarattığı bir kelimeydi ve adamın cevap vermemesi üzerine yere çarpmaya başlamıştı kamyonu. İnsanın çileden çıkma noktası, tahammül eşiği diye bir şey vardı ve onun sınırlarıyla karşılaşmayı öğreniyordu belli ki.
Aslında James Joyce’un Ulysses’de yetişkin insanın bir gününü anlatması gibi bir kitap da, küçük çocuğun dünya sergüzeştini deşifre etmek için yazılsa yeridir. İnsanın kırılganlıkları, eşikleri ve aşkınlıklarına dair bütün işaretler bu evrede billurlaşıyor çünkü. Sevaptır da üstelik, kelimeleri çok sınırlı, kendini ortalıkta dolaşan dile aktarmada zorlukları olan, henüz hiçbir günaha bulaşmamış bir masumun dili olmaya çalışmak.
Amcası geldi sonunda onu götürmeye. Askılıklı pantolonu, şimşek makkuinli şapkası, kadife ceketiyle küçük bir adam gibiydi. İçi arzular, meraklar, dilekler sabırlar ve üzgünlüklerle kaynıyordu şimdiden. Dünyanın ne menem bir yer olduğunu anlamıştı çoktan. Yaşamın en kırılgan noktaları, sinir uçları, uzlaşmaz kutupları ruhuna kancasını atmıştı bile. Radikal kopuşlarla beklenmedik uzlaşmalar arasında salınarak devam edip gidecekti yoluna. Bunu görmek için üç yıl yetmişti bile. Annesini beklerken amcasının gelmesini Polyanna gibi buruk bir sevinçle karşıladı. Çok sevdiği amcasıyla belediye otobüsüne binecekti ki toplu taşım araçlarında başka insanları görecek olmak onu en mutlu eden şey. Arkada kalan anneanneden koparken ağlayacak gibi oldu, bir kez el salladı sonra önündeki maceraya adapte oluverdi içimi ferahlatarak. Alınganlıklarını, özlemlerini hemen perdeleyip hayata karışıp gitme yeteneği yükseliyordu minicik adamda. Bütün masumiyetiyle onu annesine babasına götürecek yolda yürümeye başladı. İnsanın paha biçilmez çekirdeği olarak bütün macerayı minicik kollarında, gamzeli ellerinde liyakatla taşıyordu.
Amargi Dergi