Raleigh, North Carolina’da bir ortaokul öğrencisiyken (12-15 yaşları arasında), Sixteen Candles(16 Mum) gibi filmlerde “inekler” tabir edilen, benimse “ay bi tuhaflar” diyebileceğim bir sosyal tabakaya aittim.
Derslerden iyi notlar alıyorduk, ama garip heveslerimiz vardı, ki benim durumumda bu uzun, hummalı öyküler yazmaya düşkünlük ve Münazara Kulübü’nde silah kontrolü gibi popüler olmayan siyasi görüşleri car car savunmaktı. Ama her klişede bir haklılık payı olduğundan, çoğumuzun dışlanmasına neden olan şey fiziksel bir kusurdu. Ben mi? Ben de dişlektim.
Mecazi anlamda “koca çeneli” birisi olduğum yönündeki ünümün korkunç büyüklüğü göz önüne alındığında bu size şaşırtıcı gelebilir ancak küçük bir ağzım var. Bugüne kadar sekiz dişim çekildi ki bunlardan dördü 13 yaşında taktığım teller ağzıma sığabilsin diyeydi.
Böylece iki sene boyunca tenekeden yapılma gülüşümle eskisinden de çirkindim: kazma dişli ergen ana babasının arabasının ızgarasını yiyor.
Ergenliğimin dönüm noktası ilk aşk ya da araba kullanmayı öğrenmek filan değil o lanet tellerden kurtulmaktı. Daha yeni 15 olmuştum ve dişçiden eve gelip dişlerim hala sızlamasına rağmen manyak gibi gülerek aynaya bakışımı ve dilimi takıntılı bir şekilde dişlerimin inanılmazca düzgün ve kaygan yüzeyinde gezdirişimi asla unutmayacağım. Şimdi geriye dönüp baktığımda o tellerin hayatımı ne ölçüde değiştirdiğini görmek cidden rahatsız edici.
Benim “ağır-metal” devrimin sonu tam da ailemin o yaz Atlanta, Georgia’ya taşınmasına denk geldi. O sonbahar liseye başladığımda “inekler” köşesinde sürgünde olmadığımı fark ettiğimde çok şaşırmıştım. Diğer öğrenciler kantinde gelip yanıma oturuyorlardı. Kimsenin beni eşek gülüşlü üşütük kız olarak tanımadığı yeni bir şehirde sistematik bir biçimde kendimi baştan yarattım.
Takvimler 1972′yi gösterse de, kültürel olarak hala 60′lardaydık, yani devir “ay bi tuhaf”lığı avantaja çevirme devriydi. Bu yüzden garipliğimden kurtulmak yerine onu benimsedim.
Annemin eski şapkalarını talan edip 1940′lardan kalma küçük, siyah, kadife bir bereye yapıştım. O bereyi her gün giydim. Nereye gidersem gideyim giydim. Şapkaya gerçekten kelimenin tam manasıyla yapışıktım: kaybederim diye korktuğumdan berenin iç kısmına bağlanmış siyah bir ayakkabı bağını kulağımın arkasından geçirip yakama iğneliyordum. O şapka bendim ya da bana öyle geliyordu.
İsmimi değiştirdim. Kulağıma resmi, kuralcı (ve tabii ki dişlek) bir kütüphanecinin adı gibi gelen Margaret Ann isminden nefret eden bir erkek Fatma olduğumdan herkesin bana Lionel demesinde ısrarcıydım (Bilmeyenler için söyleyelim, Lionel erkek ismi – Ç.N.). Bu eksantirikliğimi annemler gözlerini devirerek kabullendiler, onlara göre “öyle bir dönemden geçiyor”dum- bahsettikleri dönem 37 yıldır sürmekte.
Her yere bisikletle gidiyordum. Rusça öğreniyordum. Kitaplarımı ordu artığı bir sırt çantasında taşıyordum. 100 sayfalık ödevler yazıyordum. Kuru ve resmi münazara kulübünü tiyatro oyunlarında yer almak için reddetmiştim. Hayretler hayreti, üniversiteli oğlanlarla çıkıyordum-o telleri takmasaydım dönüp de bana ikinci kez bakmayacak olan oğlanlarla.
Bugün karşıma çıkacak ergenlere yine de kendi “ay bi tuhaf”lıklarını benimsemelerini tavsiye edebilirim. Ancak hala dişlerimi düzelttirmeseydim hayatımın ne kadar farklı gelişmiş olabileceğini düşünmek tüylerimi ürpertiyor. Çekici “tuhaf”lar dünyayı yönetiyor, çirkin tuhaflar ise hala kantinde yalnızlıklarıyla baş başa oturuyorlar. Keşke böyle olmasaydı. Günümüz gençlerine sadece iç güzelliğin önemli olduğunu, dış görünüşün hiçbir önemi olmadığını söyleyebilmeyi çok isterdim.
Ama öyle değil.