Gözleri yere bakıyor daima, o gözler kimseyle buluşmak istemiyor. Görünmez olmanın bir koşulu bu olsa gerek diyorum, göz teması kurmamak, bakmazsan görmezler. Öyle sanıyor olmalı. Ya da daha acısı, korku var bu yere eğmede. Başımı kaldırır da gözlerim biriyle konuşursa, elimde olmadan susturamazsam onları, başıma bir şey gelir halet-i ruhuyesi.

Biri bir şey der, her şeyi çok bilen biri “ne işin var senin burada” der, “bizim steril hayatlarımızda senin yerin ne?” yahut “bilmez misin senin gibiler metroyu bu saatte kullanamaz.” daha kötüsü “yıkanmak nedir bilmiyor musun bu kokuyu çekmek zorunda mıyız?” ama en korkuncu “bu çocukları senden almalı, onları böyle kullanmaya utanmıyor musun?”

Der de der birileri, bu biri ben de olabilirim. O yoksulluk kokusu beni kendi düzenli, akışkan, olması gereken hayatımdan çıkarıyor, başka bir gerçekle yüzleştiriyor ne de olsa. Buna kimin hakkı var, ben bu yoksulluğu görmek istemiyorum, kokusunu duymaya ise hiç ihtiyacım yok, zaten benim derdim bana yetiyor, işten çıkmışım, yorgunum, hah bir de boş koltuğu kaptı, senin ne haddine oraya oturmak, orası benim, benim vergilerimle…

Daha da kötüleşebilir, gaddarlaşabilirim belki, siyaset yaparım, çok da anlar halimle, doldurdular bunları ülkemize, kendi açımız yoksulumuz yetmiyormuş gibi bir de bunlara bakıyoruz, hem bunlara her türlü yardımı yapıyorlarmış da bunlar o yardımları bile satıyormuş, kaçıyorlarmış o kamplardan böyle bizim şehirlerimize, bizim alanlarımıza giriyorlarmış…

Mış da mış derim. Daha birkaç aylık bebeğin kıyafetindeki tozu, kiri görür de, kendi çocuğumun o vakitlerini hatırlarım. “Biz onu yere koyacağımız zaman her yeri siler süpürür, halıların üstüne battaniye sererdik, bu nasıl anne!” diye çığlık atasım gelir. Sonra siyah çöp poşetini fark ederim; annenin metroya binerken bir yandan iki yaşında var yok oğlunu, bir yandan altı aylık bile olmayan bebeğini tutmaya çalışıp bir yandan da o kocaman torbayı çekiştirdiğini görmüştüm değil mi? O zaman iyice bakmıştım onlara, ilk o an görmüştüm, abi olanın ayaklarında bir terlik olduğunu, çorabının bile bulunmadığını, o zaman hemen anneyi aramıştı gözlerim, o zaman her şey bir bir dizilmişti zihnimde…

***

Birkaç haftadır Kızılay’da, işlek caddelerde, bir ağacın, bir direğin dibinde battaniyesini serip oturan, belli ki “bizden” olmayan küçük bebekli aileler görüyorum, orada yiyip içiyorlar, orada konuşup eğleşiyorlar, bebeler orada oynuyor, onlar bize bakmıyor, bize bir şey söylediklerini bile duymadım, biz onlara bakıp geçiyoruz, belki birkaç bozukluk, belki çoklukla “cık cık”lar… Onları görmek bizi huzursuzlandırıyor, hırçınlaşanlar hatta öfkesine yenik düşenler bile var…

O zaman anlıyorum o çöp poşetini, ama ilk etapta anlamadığım bu “aile”nin gittiği istikamet oluyor. Ankaray’a bindiler, ben Bahçeli durağında indim, benden sonra Emek durağı ile AŞTİ var. Nereye gidebilir ki diyorum, burada onlara yurt olacak, yuva olacak neresi var? Gidip görmedim, gören en yakınımın dediğine göre AŞTİ’de yatan, bir battaniyeyi kendine yuva yapan aileler varmış. Bunu bana diyeli epey oluyor, dedim ya gidip görmedim, görmeye gücüm yetmiyordu, ama belli ki onların da görünmemeye daha fazla takatleri kalmamış, başka bir yokoluşun içinde, başka bir görünmezliğin içinde Ankara sokaklarına dağılmışlar.

Yine de bir şey değişmiş mi, bilemedim. Onları yurtlarından koparan savaş, zulüm bunca zamandır devam edebildiğine, her gün ölü/yaralı/vahşet sayıları önümüzden dökülebildiğine göre, bu halleri de daha uzun zaman devam eder, biz görmez, duymaz, el uzatmayız; onlar da gözleri yere eğik yok olurlar. Bir anne çocuğunun saçındaki kıranı, yüzündeki bakımsızlık, kir ve yokluğun açtığı yaraları gizlemek için kapşonunu iyice başına geçirir, ona bakan gözleri görür görmez aceleyle. Benim elim bir önceki gün gözlüklü, afacan ama daha ziyade bana benzer, benim çocuğum gibi olan çocuğu metroda yanına çağırır da, o saçkıranlı başı okşayamaz.

Ama ne edersem edeyim ama o yoksulluk kokusunu gideremedim, tüm uzuvlarımdan içime işlemiş, hücrelerime sinmiş, o kokunun terle, kirle ilgisi yok, o apaçık gerçeğin, acının, yalnızlığın, geleceksizliğin, unutulmuşluğun kokusu… İnsan kurtulmak istiyor bu kokudan, kurtulacağım da. Oğlumun gelecek korkusu sardığında, “yarın okul var, gitmek istemiyorum, ev daha güzel” dediğinde mesela, kalbim nasıl acıyacak, ona ne zulüm ettiğimi düşüneceğim de, vücudu yara sarmış, ama keyfinden bir şey kaybetmeyip, küçük kardeşiyle şakalaşan o iki yaşında var yok oğulun kokusunu, anasının korkusunu hatırlamayacağım.

O sebepten yazıldı bu yazı, unutmamak için, hatırlamak için değil, o oğulları sevememiş ama onları gördüğü o kısacık anda bir parça olsun utanmış halim için.

***

(Belki de tüm bunların “onlar”la bir ilgisi yoktu, ben olsun istedim, belki de öyle “alelade” bir aileydi, ben başka bir hikâye yazdım, belki de sadece utanmak istedim.)