Üç yaşında ne yaptığınızı hatırlıyor musunuz? Ben hatırlamıyorum. Benden 1,5 yaş küçük kız kardeşimi kıskandığım için çişimi biraz geç söylemiş, beni doğurduğunda kendisi çocuk olan anneme zulüm olmuşum. O zulüm diye anlatmıyor tabii.
Peki beş yaşınızı hatırlıyor musunuz? Ben o yaşta topraktan oyuncaklar yapardım kendime. Köyde yaşıyorduk. Tarhana ufalanan çulun kenarında küçük ellerimle tarhana ufalar, kışları toplanılan evlerde mısır patlağı yiyip beş taş oynayan büyüklerimi izlerdim. Yaptığım çoğu şey hangi yaşa tekabül ediyor aslında tam da bilmiyorum. Ama hatırladığım çoğu şey o yaştan sonra olsa gerek. Mantar, kuzu kulağı toplar, bilye oynar, karda yuvarlanır, kuş kapanı yapardım. Yedi yaşımda bunların çoğunu yapıyor olmalıyım.
İlkokulda ip atlar, dokuz aylık oynar, kitap okur, defterler tutardım. Bir bilseniz nasıl özenli, nasıl naif, nasıl güzeldiler. Defterlerimin kenarlarına ellerimle süs yapar, kokulu kağıtlar, ender bulunur peçeteler biriktirir, sakızdan çıkan çıkartmaları denkleştirip hediye kazanmaya çalışırdım. Manilerimiz vardı bir de. Hatıra deftersiz olur mu hiç? Her yıl sonu yeni bir defter dolar taşardı sevgi cümleleriyle. Günlük tutmaya kaç yaşımda başladım bilmiyorum. Ergenlikle beraber başlamış olsam gerek. Günlüklerimden sadece bir tanesi hayatta. Melankoli ve ergenlik aşklarım dışında pek bir şey içerdiklerini söyleyemem. Anneme, babama atar yapmışım bir de. Oyuncaklı çocuklardan olmadım. Çokça fotoğrafım da yoktur çocukluğumdan.
Annemle babamın acemilik dönemi tohumuyum. Sonraları çok suçladım onları, bebeklerim olmadı diye. Ah, mesele hayatın sana sunduğu her şeyi oyuncak kılmakmış ve onların bana verdiği en değerli beceriymiş, çok sonra anladım. Üçümüz kız dört kardeşiz biz. Ben “kız” çocuğu olarak büyütülmeyen “şanslı” azınlıktanım. Ama bu yazıyı okuyan kadınların çoğunluğu gibi kadınlığımla barışana kadar kaç kere “keşke dünyaya erkek gelseydim.” dedim hatırlamıyorum. Hele ilkokulda. Nasıl eşitliksiz gelirdi her şey. Öyleydi de. Mesela, ilkokul öğretmenimin “kızların saçı uzun, aklı kısa olur.”dediğini hiç unutmadım. Şükür ki hayattaki ilk feminist isyanım olarak hatırlıyorum. “Erkek gibi”tabir edilen kızlardan oldum. Bunun bir koruma kalkanı olduğunu ise tabii ki kadınlığımla barıştıkça anladım. Okul dışında etek giymem 23 senemi aldı…
Bütün bu yazıp döktüklerimin benim “biricik”hikayem olduğunu zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Biz, bu hayata kadın bedeni içinde dünyaya gelenler, hayattaki ilk acı çığlığımızdan beri hep erkeklerin dünyasında şekillendirilmeye çalışılanlar ve şekillendirilenleriz. Ne yapsak, kendimizi nasıl var etsek hep birilerine yaranamayız. Bazen teşhirci bazen karanlığa mahkum edildiği iddia edilen oluruz. Edilgenleştirilenizdir. Herkesin bize dair bir tahayyülü vardır. Bu tahayyüllere uygun davranmadığımızda tacize, tecavüze uğrar, öldürülürüz. Bu uygunsuzluğumuz sizlere “tahrik indirimi”adıyla ödül olarak geri döner.
Bu, biz kadınların biricik ama ortak hikayesi. Doğduğumuz zamandan itibaren sosyal sınıfımız, dinimiz, ideolojimizden bağımsız sürekli kendimizi var etmek için çaba harcarız. Bedenimiz bu süreçte en zor ve en son barıştığımız halkadır. Cinsellik en sancılı dönemlerimizden birisidir.
Malumun ilamı olan bütün bu cümleler lafı Diyarbakır’da tecavüze uğrayan, beden bütünlüğü cinsel, ruhsal, mental olarak darma duman edilen o küçük kız çocuklarına getirmek için kuruldu. Çok zor oldu. Birisi 3, diğeri 5, en büyükleri 7 yaşında üç kız kardeş üç kahrolasıca polis tarafından mahvedilmiş. Çocukluklarıyla birlikte hayatları çalınmış üç güzellik, üç can. Kötülüklere aklım ermez ama bu çocuklara yapılanı öğrendiğimden beri sanki kanım çekiliyor. Buna salt kötülük demek de doğru değil tabi. Doğduğumuz andan itibaren bedenimizin bize ait olmadığının en vahşi örneklerinden birisi. Ne desek zor, ne desek eksik, ne desek sancılı. Nasıl olmasın? Bir çocuk “kahrol”kelimesini biliyor ve bunu tekrar tekrar günlüğüne yazıyorsa bunu anlamaya ve anlatmaya kelimeler yeter mi? Yeryüzünde hiçbir dilde yok o kelimeler.
Keşke diyorum iki gündür. Keşke onların hafızalarındaki bütün kötü anıları, bedenlerindeki bütün izleri silebilsem. Keşke dünyanın bütün güzelliklerini kendileriyle ve bedenleriyle barışık büyüyerek yaşayabilselerdi. Ama bedenlerinin mahremiyetine, sevgiyi yeşertip, büyütüp, paylaşabilme haklarına tecavüz edildi. Ah tecavüzün, uyuşturucunun yaşları üç, beş ve yedi olan çocukların hayatlarında ne demek olduğuna dair kabuslar canlanıp duruyor beynimde de onları tarif etme düşüncesi bile kirlenmiş hissettiriyor.
Zor ve pis zamanlar. Hayatlarımız korkunç çaresizliklerle bezeli. Saçma sapan bir hızla akıp giden gündemde savrulup gidiyoruz. Bazen elimizde sadece “keşke”ler ve “ah”larla kalakalıyoruz.
O nedenle tam da burada görünmez ağlarla kurulu, kadim zamanlardan beri kadınların en büyük dayanağı olan kız kardeşliğe koşup sarılmalıyız. Kadınların tarihi biriktirilen ve kuşaktan kuşağa aktarılan şifalı bilgilerle dolu. Kız kardeşlik dünyası bu bilgilerin sözle, dokunuşla, sevgiyle, dayanışmayla aktarıldığı, dünyanın neresine gidersek gidelim kendimizi yalnız hissetmeyeceğimiz zenginlikte bir diyar. Biz kadınların gereçekten “gizli”bir bildiği var. Her gün sokakta, evde, işte tacize, tecavüze uğrarken ve öldürülürken belki de yapmamız gereken tek şey hayatın bütün meselelerine bir es verip, derin bir nefes alıp kız kardeşliğin kadim bilgilerini tozlu raflarından indirmektir. Kız çocuklarımıza, kız kardeşlerimize, birbirimize şifa olmanın başka bir yolu gelmiyor aklıma…