Beklemek ne zor işmiş Allah’ım. Hele de benim gibi tezcanlı bir kulun için. Bunca yıl her şeyin hemen anında olmasını istemiş, ondan sebep koşturup durmuş biri için şimdi burada kaç saat daha bekleyeceğim? Uzun olacağını biliyordum, çok önce, onu dinlemediğimi sanan oğlum anlatmıştı. Oğlum… Artık ona oğlum dememe bile kızan canımın parçası.

Ben de girebilseydim ameliyata, tutabilseydim elini. Yanında olmadığımı sanıyorsun ama yanındayım, diyebilseydim. Tüm söyleyemediklerimi kulağına fısıldasaydım. Fısıldamaktan başka yol bulamadım, sesimi kendim duyduğumda hiç aklımdan geçmeyenleri söylüyorum, kırıyorum seni. Hiçbir şey yapmıyor, bir tek kelime bile etmiyorsun ya o anlarda. Ahh ne efendi bir evlat yetiştirmişim. Ama ben gözünü aşağı indirmenden bile anlıyorum senin o an kaybolduğunu, yitip gittiğini.

Eşyalarını toplamaya başladığında, çıldırmış, kapıyı ardına kadar çarpıp odana dalmıştım. Bilirsin aslında hiç kapını vurmadan odana girmem, genç adamsın ne de olsa. Her şeyi de görmeme gerek yok, biz de biliyoruz yani. O ansa ellerimin içindeki elin kayıyor, sanki bir sele kaptırıyordum seni. Nasıl delirmeyeyim a oğlum, iki gözüm, umudum.

“Hiçbir eşyanı götüremezsin!” diye haykırıyordum, sanıyordum ki senin olan bu üç beş parçayı alamazsan durur, belki gidemezsin, hiç olmazsa bir süre. Sense baktın öyle yüzüme, ne kinle ne öfkeyle. Acıyordun sanki bana. Bunca yıl her sorunu sükunetle ve mantığıyla çözebilen annen şimdi aklını yitirmiş, saçmalıklardan bir tiyatro sergiliyordu. Attın öylece çantanı.

“Peki, istemiyorum, bunlara ihtiyacım yok zaten” dedin. Kapının önünden çekilmemi bekledin. Açtım kollarımı, filmlerde gördüğüm en dramatik sahneleri bir bir oynayacaktım besbelli.

“Beni çiğnemeden bu evden çıkamazsın, o eve, o adamın evine gidemezsin! Beni öldürmen lazım!”

“Anne, yapma. Neden her şeyi zorlaştırıyorsun, bırak gideyim.”

“Gidemezsin, ben çözeceğim tüm bu sorunu, gitme bak ben halledeceğim her şeyi.” Biraz daha sakinleşmiştim. Gidemezdi benim tek evladım, kimseye veremezdim onu, hele o lanet adama, o ölesiceye…

“Bu çözülecek bir sorun değil, bir problem değilim ben. Yapılacak tek bir şey var anne, kabul etmek.”

“…”

Orada, tam o anda sarılsaydım sana, belki bu kadar yara almaz, bu kadar zor olmazdı her şey değil mi? Kendini terk edilmiş, geçmişi silinmiş hissetmezdin belki. “Annem bile beni sevmiyorsa!” diye düşünmezdin.

Tam 47 dakika olmuş sen içeri gireli. Buraya, ilk kez sen üç haftalıkken gelmiştik. İki hafta boyunca düşmeyen göbek bağın, nihayet düştüğünde, göbek deliğinde bir parça kalmıştı. Sanmıştık ki kendiliğinden düşüverir. Altını her değiştirdiğimde kontrol ediyordum, büyüyordu bu küçük parça. Büyüdüğünü söylüyordum da kimseyi inandıramıyordum. Loğusa depresyonunun dibine vurmuş bir anneyi kimse dinlemiyordu. Birkaç gün sonra –evet, evden kaçtığım o dönemde- anneannen “Büyümüş bu!” diye çığlığı basınca koştura koştura ilk buldukları doktora götürmüşler seni. Doktor yakıvermiş orayı, geçer demiş, ama inatçı oğlumun inatçı bünyesi bu parçayı beslemeye devam etmiş, e o da büyümeye. Eve döndüğümde bu sefer yaygarayı koparan ben oldum, sarıp sarmaladım koştum geldim buraya. İyi niyetli insanlara denk gelmişim, kimse “randevusuz ne yapıyor bu kadın burada” demedi. Ama acısını senden mi çıkardılar? Hep içimde bir kurttur. Hemen cerrah aldı seni odaya, “Çok sıkı tutacaksın, hiçbir yerini oynatmayacaksın” diye emirlerini sıraladı bir komutan gibi. Sonra narkozsuz, başladı bir ip sarmaya. Gençten bir doktor adayı “Hocam uyuşturmayacak mıyız?” dediğinde kesivermişti bile doktor o parçayı. Ne çok ağlamıştın, ne çok. Kıpkırmızı kesilmiştin. Orada o doktoru öldürmediysem, bilsin ki yarım aklım yüzündendir. Ama kolunu, bacağını serbest bıraktığım anda ağlamayı kesivermiştin. Ben de almıştım kucağıma, bir daha seni bırakmayacağıma da yeminler etmiştim. Şimdi seni bıraktığımı düşünüyorsun değil mi?

“Senden sadece son bir şey isteyeceğim” dediğinde anladım mı ne hatalar yaptığımı, seni sonsuza kadar kaybetmek üzere olduğumu? Anlamadım tabii. Kabul edemiyordum, bir türlü içime sindiremiyordum. Benim oğlumun başına bu gelemezdi. Birileri senin aklını karıştırmıştı. Bir boşluktaydın, bir şeylere tutunma ihtiyacı duyuyordun. Yoksa seni bıraktığım o dönemde mi olmuştu bir şeyler? Küçücük dimağında bir şeylerin yerlerini mi değiştirmiştim? Kayınvalidem “Poposuna vurarak sevme, yoksa şey olur” dediğinde günlerce dalga geçip, popona vurduğum için mi olmuştu tüm bunlar? Hayır, tüm bu yaşadıklarımız bir kâbustu. Ve ben uyandığımda, o gülünce günümü aydınlatan yüzünle karşılaşacaktım. Ah! Sen günbegün fotoğraflarına, benim 23 yıldır tanıdığıma benzememeye başladığında dahi, hâlâ bu hali geri döndürebileceğime inanıyordum.

Tam bir yılın sonunda evine gidebilmiştim, ama “O adam orada olmayacak!” diyordum. Ona dair hiçbir şey görmek istemiyordum. Görmezsem, bilmezsem?

Odana girdim, iki kişilik yatağını, yataktaki o iki yastığı gördüğüm an olduğum yere çöktüm. Geldin sarıldın bana. Sarıldığın anda o genç kız memelerini hissettim göğsümde. Yüzüne dokundum, artık iyice uzamış saçlarını geriye doğru attım, hâlâ o yakışıklı oğlumu görmeye çalışıyordum, o oralarda bir yerdeydi.

“Annem, üzme artık kendini bu kadar. Ben bu yoldan vazgeçmeyeceğim. Hapsolduğum bu bedenden kurtulmam gerekiyor. Ben yine senin evladınım, değişen tek şey bedenim olacak.”

“Sen benim oğlumsun, seni ben emzirdim, ben temizledim tüm pisliklerini.”

“Ben senin kızınım, hiçbir zaman bir erkek gibi hissedemedim ki kendimi. Kendini kandırma artık annem, sen de biliyorsun.”

“Hayır! Hepsi babasızlığın yüzünden. Evlenmeliydim, bir erkeği rol model yapabilmeliydin!”

“Az gitmedik seninle yıllarca o pedagog senin, bu psikolog benim. Hatırlasana annem, öğretmenlerim bile neler söylerdi sana?”

“…”

“Benim için kolay mı oldu sanıyorsun, yıllarca kendini lanetli gibi hissetmek… Tüm bu olanların sadece benim başıma geldiğini sanmak… Tüm o erkek muhabbetlerine dâhil olabilmek için yıllar boyu yalan söylemek…”

“Bana neden daha önce söylemedin?” dedim. İçim acımıştı onun böylesi bir başına hallerine. Çocuk dünyası zaten acımasızdı, bir de böyleyken… Saçmaladığımı fark ettim. “Ben seni hep naif, kırılgan bir çocuk sandım.”

“Öyleydim anne, öyleydim. Bu bedende sıkışmış, kendi cinsini seven, bunu fark ettikçe iyice kırılganlaşan bendim.”

Ağladım orada, o memelerin, o sivilcelerle dolu yüzün hemen yanı başında. Tam orada söyleyebildin işte, benden son isteğini.

“Ameliyattan sonra bana senin bakmanı istiyorum. Ondan sonra hayatından çıkacağım, seni daha fazla üzmek istemiyorum.”

Bir şey diyemedim ki ben. Bu kadarını kaldıramazdım ki. Ameliyat demek, geri dönüşü imkânsız yol demekti. Ondan sonra yavaş yavaş anlattın bana tüm süreci. Psikiyatri görüşmelerini… Başladığın hormon tedavisini… Çıkan kurul raporlarını… Beni bir sonraki adıma alıştırmaya çalıştın. Alıştım mı? Hayır! Hayır!

“O adam baksın sana!” dedim. Kaçtım bir kez daha. Aramadım seni aylarca, aradığında da açmadım. Silecektim seni tüm dünyamdan, ölmüştü benim oğlum. Yoktu artık o! O aylar boyunca, gitmediğim yatır, hoca kalmadı. Hiç etmediğim kadar dualar ettim. Uyanmalıydım bu rüyadan, artık çok uzamıştı.

Uzun uzun yürüyüşler yapmaya başladım eskisi gibi. Nefesimin yetmediği yere kadar yürüyordum, hiç durmak istemeden, daha da yürümek… Yollarda kartvizitler görüyordum, güzel kadın kartları… Kadın sandığım güzellerin kartları! Aldım bir gün birini, aradım. Ne düşündüm de aradım, ne diyecektim de aradım bilmiyorum.

“Benim oğlumu siz mi kandırdınız?”

“Sizin süsünüze, şaşaalı hayatlarınıza mı özendi?”

“Ne yaptınız benim oğluma?”

Okkalı bir küfür yedim tabii, bir de şen kahkahasının arasında kaçık oluverdim. Bu yaşımdan sonra bir bunu olmamıştım onu da oldum. Sağolasın evladım. Sonra kendimi alışverişe verdim, seni düşünmemek için elimden geleni yapıyordum. Bu iyi geliyordu bazen. Bilirsin severim güzel şeyler giymeyi, süslenmeyi. Ama her alışverişte sana da bir şeyler alırdım, bu sefer ne alacaktım ki? Memelerini daha dolgun gösterecek destekli sutyenler mi, dantelli külotlar mı? Yoksa şöyle en seksisinden çoraplar, etekler mi? Girdim bir iç çamaşırı mağazasına, 56 yaşındaki kadın, annen dantelli, allı pullu çamaşırlara bakınıp durdu. Epey bir süre bakmışım ki, tezgâhtar kız dayanamamış yardımcı olmak istemişti.

“Özel bir güne hazırlanıyorsunuz herhalde hanfendi?” dedi gevşek gevşek, yaya yaya. O an şalterim attı.

“Evet, canım çok özel bir güne… Oğluma alacağım, giysin de şöyle şıkşıkıdım sevgilisini mutlu etsin” dedim.

“Ayyy…” dedi, bir de kahkaha attı, yılışık!

“Ay may değil. Onun hakkı değil mi böyle şeyler giymek, bir tek sen, ben mi giyeceğiz? O da giysin!”

Sağına soluna baktı, destek arar gibi: “Delirmiş bu kadın yaaa!”

“Delirdim evet, tüm dünyanın aklı başında bir ben delirdim!” dedim. Sonra da reyonda ne var ne yok yerlere atmaya başladım. Elime senin sevdiğin renkte bir şey geçince de durup tezgâhtara soruyordum.

“Bak kızım, bu nasıl, tam sevdiği renk. Bunu alayım mı, ne dersin?”

“Biri polis çağırsın imdat!” diye kaçtığında, ben de çığlığı bastım.

“İmdaat!”

Sonra ne oldu bilemiyorum. Gözümü açtığımda bilmediğim bir yerdeydim, işte dedim, bak rüyaymış tüm olanlar. Komada falandım herhalde. Uyandım. Şimdi oğlum elinde çiçeklerle odaya girer ve boynuma sarılır. Beni ne kadar özlediğini söyler. Ama sen gelmedin, polis geldi, ifademi aldı. Ben ki bu kadar hocalık, bir o kadar öğrencilik hayatımda hiçbir olaya karışmamış, karakola bile gitmemişim. Ah yavrum ahh!

Hiçbir şey değişmiyor, düzelmiyordu işte. Olan bize oluyordu. Sen bir başına mücadelene devam ediyordun, ben bir başıma… Neler yapıyordun? Anlatmıştın ama yaşamak başka… Raporlarına bakmamıştım bile. İnternete girdim ben de, o “ismi” yazmaya bile zorlanıyordum; tra… Aklıma arasıra yolda izde gördüğüm insanlar, haberlere çıkanlar geliyordu. Bu mu olacaktı benim tüm hayatımı vakfettiğim, bu yaşa ne zorluklarla getirdiğim evladıma da? Başka bir çaresi, çıkar yolu yok muydu? Bundan sonra hep gizlenecek, daha olmadı kaldırım güzeli mi olacaktı? Kim sarılacak, kim sevecekti onu? O benim çocuğum değil miydi şimdi yani?

Sancılarım artık dayanılmaz olduğunda aradım seni. Açmadın. Evine gittim. O adam çıktı. Bu gün o günmüş, bugün senin doğum gününmüş. Oradan nasıl çıktım, nasıl buraya geldim bilemiyorum. Neredeyse aklımı kaçıracak tüm yolu koşacaktım. Göğsüm yanıyordu, ellerim titriyordu. Orada olmalıydım. Baksana o sevdiğini söyleyen adam bile yanında değil diyordum. Hâla kötüleyecek, karalayacak şeyler arıyordum. Az önce o da geldi, ihtiyacın olacak şeyleri getirmeyi unutmuşsunuz, onun için tekrar eve dönmüş. Yakışıklı da biriymiş. Zevkliymiş bizimki. Pek de telaşlı. Aynı ben.

Bilememişim ki bu benim ikinci hamileliğimmiş. Tüm bu geçen sürede içimde büyüyormuş yavrum tekrar. 25 yaşında bir çocuk doğurmak hepsinden zormuş. Biraz sonra doktorlar çıkacak, “Hayırlı olsun nur topu gibi bir kızınız oldu” diyecekler. Senden vazgeçecek değilim kızım, iki gözüm, umudum.