Şarkısını daha çok biliyoruz, malum. Şiir, Vedat Türkali olarak bildiğimiz Abdulkadir Pirhasan’ın. Esasında “Ey sen ne güzelsin ey kavgamızın şehri/ İstanbul” şekliyle geçiyor “Bekle Bizi İstanbul”un içinde. Ama Gezi Direnişi boyunca (“süreç” demeyeceğim ve “Direniş” şeklinde yazacağım yazı boyunca) içimden geçtiği hali buydu. İstanbul, kavgamızın başkenti olabilirmiş, tecrübe ettim.
Bu yazı boyunca büyük sözler etmekten kaçınacağım. Yazdığım her metinde, arkadaşlarımın şaka yollu söylediği “slogan atma” kusuruna da düşmemeye azami gayret sarf edeceğim. Slogan atmamın çok müsait olduğunu da biliyorum bir yandan. Üstelik ajitasyon propagandaya da temelde karşı değilim. Ama bu yazı, o yazı değil. Biliyorum.
Gezi Direnişi’ni kendi zaviyemden nasıl anlatabilirim? Bunu epeydir düşünüyorum. Esasen şunu düşünüyorum: “Benim” anlatmama gerek var mı? Fakat tecrübe ettiğim kadarını anlatmakta sanırım kusur yok. “İçeriden” gür bir ses olsun isterdim ama dediğim gibi, büyük sözler etmekten kaçınacağım.
83 doğumlu biri olarak, her on yılda mühim şeyler yaşadığımı söyleyebilirim. Bunların hangisi “avantaj” hanesine yazılır, o başka. Ama memleketin gördüğü en büyük kalkışma olan Kürt Özgürlük Mücadelesi’nin korakor yaşandığı zamanlarda Kızıltepe’deydim. 92 ve 93 Newroz’unda Nusaybin ve Cizre gibi, Diyarbakır ve Şırnak gibi Kızıltepe de garip bir ruh halinin eşiğindeydi. “Büyük bir şey oluyor” ile “büyük bir şey kaçıyor” ruh hali. 10 yaşında bir çocuğun bunu ne denli anlayacağı meçhul ama nasıl hissettiğini biliyorum. 92’de İzzet Kezer Cizre’de panzerden açılan ateşle öldürüldüğünde, en azından Türkiye kamuoyunun “yeter artık” diyeceğini ummuştu herkes. 9 yaşındaydım, ben de ummuştum. Yirmi yıl geçti, bütün Türkiye umdu. Her yer için.
Ben, kuşağın apolitikliğini anlatmak ve bir ihtimal ondan şikâyet etmek için doğru insan değilim muhtemelen. Ölümlerden besleniyor ve kendimi böyle var ediyor değilim; ki, Gezi Direnişi boyunca birilerinden duyduğumuz biraz da bu oldu, hepimiz anımsıyoruz. 19 yaşına kadar adı konulmamış, daha doğrusu adı “mümkün yerlerce” telaffuz edilmemiş bir savaşın ortasından, memleketin en büyük şehrine göç ettim. İstanbul’a. Kavgamızın başkentine.
Ailemde 80 öncesinde Kurtuluş’a, DDKD’ye ve KUK’a yakın insanlar vardı. Bazılarının sadece sempatizan düzeyde olduğunu zamanla anladım. Daha küçükken insanlara militanlık atfetmemiz kolay oluyor. Mahallemizin “örgütleyici”sinin maharetinden ötürü, babamın yaş aralığında olan birçok insan, bir şekilde Kurtuluş’a sempati duymuş. Aklım erdikçe ve geriye dönüp baktıkça bunun aslında bir nevi “akrabalık” olduğunu anlıyorum. İnsan, bütün akrabalarından şikâyet edecek değil elbette. Ve ailemin birçok üyesinin yolu, bir şekilde İstanbul’dan geçmişti 80 civarında. Denebilir ki, 80 öncesinde İstanbul’da yaşanmış büyük eylemlerin ve kalkışmaların tamamını bir şekilde dinledim. Sonra sonra okudum. Gezi Direnişi’nde olanların bir kısmı da bana benziyordu aslında. Dinlemişti ve sonrasında merak etmişti olan biteni. Sonra memleketin en büyük şehrinin, en büyük meydanını günlerce “kendi” kıldı bu insanlar.
Benim görebildiğim kadarıyla bu insanlar kimlerdi? Derdi birbirine benzeyen insanlardı en başta. “Gezi Sitesi”nin yani irili ufaklı o çadırların birçok sakini, gece vakti “Gümüşsuyu’ndan geliyorlar” şakasını yapanlardı. Bazılarımız benzer şeyler okumuş, benzer şeylere hürmet etmiştik. Yan çadırdakilerin konuştukları bizimkine benziyor muydu? Sanırım bu Gezi Direnişi için tali bir meseleydi. En azından o esnada tali bir meseleydi. Kuşağımla ilgili, bana benzeyen ve daha az benzeyen ve hiç benzemeyenlerle ilgili yapacağım yegâne tespit sanırım şu olacak: Biz mahcup büyüdük. Mahcubiyetimizin sebebi, hep beraber büyük bir ses çıkaramamış olmaktan ileri geliyordu. Gezi, Ankara, Dersim, Diyarbakır, İzmir ve daha birçok yerde olanlar, bu mahcubiyeti üzerimizden atmamıza sebep oldu.
Park’ın içinde bir yaşam alanı kurmak bizim için “heyecanlı” ve “romantik” bir şey değildi. Apaçık orada bir hayat alanı kurmak istedik. Buna enerjimizin olduğunu görünce, herkes üzerindeki mahcubiyeti atıverdi. Gazete mi çıkarmak gerekiyor, çıkaralım. Yemek ihtiyacı mı var, duyuralım. Maskeler yetmiyor mu, bizim bir arkadaşta yedekler varmış. Yağmur yağacak diyorlar, Karaköy’den gelen arkadaşa söyleyelim de yağmurluk tedarik etsin. Tütün sarmayı öğreneceğim zamanlar da mı gelecekmiş? Şuradaki bostana da kalkıp bakamadık bir türlü.
Siyasetsizliği, renklerin çok olağanüstü oluşunu ve iç içe geçmiş olması simülasyonunu övecek değilim. Böyle bir gerçeklik olduğuna da inandığım söylenemez. Ama ben, bana benzediğini düşündüğüm insanların aslında hakikaten bana benzediğini tecrübe ettim Gezi Direnişi boyunca. Beyaz yakalıların “da” yan yana gelebileceğini, konforlarından vazgeçeceğini gördüm. Biliyordum ama görmekle bir olmuyor bu bilmek. “Bilmek” dediğimin içinde de, kıraat var.
Gezi Direnişi’ni romantize etme ihtimali olanlara da bir sözüm yok. Kimse, berikinden daha çok sahibi değil olan bitenin. Komplo teorisi denen meseleyi yabana atmamak gerekir ama biliyoruz ki bu toprakların pek sevgili evlatları komplo teorisi üretmek zahmetine bile girmezler. Direniş boyunca “herkesten daha haklı” olduklarına bir daha emin olan muktedirlerin bitmek tükenmek bilmeyen “doğrulamacı”ları, komplo teorilerinin tamamını bizim yerimize faş ettiler çok şükür. Park’ın içini hiç görmeden, hepimizden daha iyi bilen insanları görmek insana “mistifikasyon” bağlamında çok umut veriyor elbette. Edip Cansever okumuş bir kuşağız, madem “kuşak” dediler bu kadar. Cansever’in o dediğini çoğumuz anımsadık: “Umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır”.
Ebeveynlerinden neredeyse her şeyi gizleyen anne babalarımız vardı. Biz daha az şeyi gizledik. Daha az şeyi gizleyen, daha çok tercüme metin okuyabilen, internetle tanışan bizim kuşağın çocukları muhtemelen hiçbir şeyi gizlemek zorunda kalmayacak. Ve nasıl ki bizim ebeveynlerimizin ciddiye aldığı metinler halen güncelliğini koruyorsa, büyük ihtimalle bizim çocuklarımız için de aynı güncelliği ihtiva edecekler. Kuru bir slogan olmayan “Bu daha başlangıç”ın tadını hiç beklenmedik insanlar da biliyor şimdi. Lice’deki kanın suya sayıldığı 30 yılın ardından, Sıraselviler girişinde, elinde Türk bayraklarıyla “Her yer Lice her yer direniş” diye bağıran teyzenin sesi de mi heyecan vermesin?
“Bitti mi şimdi?” sorusunun “tabii ki bitmedi” diye yanıtlandığı bu zamanlarda sıkça sorulan sorulardan biri de şuydu: “Kazanım ne olacak?”
“Kazanım ne olacak?” fikrinin yerleşmesini bile kendi adıma kazanım hanesine yazıyorum.
Slogan değil, temenni de değil, gerçek:
“Bu daha başlangıç”
İstanbul isimli memleketin, kavgamızın başkenti olduğunu küçük bir çadırın etrafında oturan insanlar olarak birbirimize fısıldadık. Fısıltı, gün gelir naraya dönüşür.
Duvar dergisinin 9. sayısında yayımlanmıştır.