Geçtiğimiz hafta, çiçek açan akasya ağaçlarına aldanıp bahar geldi, pencereleri açalım gülelim, coşalım, eğlenelim derken neler oldu bir bilseniz, belki siz de mahallenin geri kalanı gibi saklanacak yer arardınız, kimbilir… Bacaksız Bahri’nin yaşadığı Fesleğen Sokağın üstüne kocaman, kapkara bir bulut musallat oldu. Bir görseniz, korkudan kimsecikler başını pencereden dışarı uzatmak istemiyor bu günlerde. Çıt yok… Bahri hariç… Bakın, şuracıkta oturduğu kaldırımda yağacak yağmuru bekliyor. Biriken sularda yüzdürmek için kağıttan gemiler yapıyor. Tamam, kabul, bazen kulaklarını tıkasa da geçen hafta “Kırmızı Şemsiyeli Adam” la tanıştığından beri artık daha az korkuyor gök gürültüsünden. Bütün bacaksızlar gibi biliyor Bahri, öyle bir yağmur yağacak ki, içimizde biriken tüm kirleri ve sıkıntıları yıkayıp gidecek. Az kaldı… Sonra bir rüzgar esecek, alıp götürecek kara bulutu… Sözümüz var Bacaksız’la, işte o zaman tepedeki çimenliğe yayılıp Rıfat Dede’ye al sallayacağız, seyre duracağız pırıl pırıl gökkuşağını. Herkesler göremez ha, siz sakın kaçırmayın!
Bu kitabı, yazmasam olmazdı… Aslında uzun süredir sahaflar dışında temin etmek zordu. Baktım yeniden satışa çıkmış, listenin başına aldım. Baştan söylemeliyim az sonra bahsedeceğim kitap kesinlikle “popülerleşmemiş bir Le Petit Prince” vakası olarak ele alınmalı… Öyle herkeslere de bahsetmemeli. Ama siz, ilk tanışmamızda dediğim gibi, “sevgili anneler, babalar, teyzeler, dayılar ve kuzenlersiniz” ya, pek şahane insanlarsınız. O yüzden tanımanız lazım “Vitrindeki Kaplan”ı ya da yeniden yayımlandığı haliyle “Karşı Kıyıdan Gelen Kaplan” ı…
Karşı Kıyıdan Gelen Kaplan‘dan bahsetmeden önce, onunla ilk tanıştığım zaman hissettiklerimi paylaşmak istiyorum. 8-9 yaşlarında olmalıydım. Uzun bir yaz tatilini geçirmek için gittiğim köyde, babannemin torunların ıvır zıvırlarını sakladığı bir kutuda buldum onu. Kuzenlerden biri unutmuş olmalıydı. Kitabı okumaya başlamamla bitirmemin arası kaç gün sürdü bilmiyorum ama o dönemki okuma hızımı turboya çıkarmıştı. Darbe nedir bir fikrim yoktu, sadece küçükken TRT’nin açılışını yapan askerlerden korkup saklanmam gerektiğini biliyordum. Ama kalabalık bir ailenin, arkadaşlığın ve harika kuzenlerin ne demek olduğunu çok iyi biliyordum. Sonlara doğru bitmesin diye kıvranışlarım ama meraktan kendimi tutamayışlarım dün gibi aklımda. Gözümden süzülen yaşlar da…
Çocukken pazar günlerinden nefret eden herkesi daha ilk satırlarla kendine çeken, büyülü bir kitap “Karşı Kıyıdan Gelen Kaplan”… Tıpkı vitrinde sergilenen bir gözü siyah, bir gözü mavi olan o kaplan gibi. Hakkında çok fazla bilgiye erişemediğim Yunanlı yazar Alki Zeis tarafından kaleme alınmış. 1963 yılında yayımlanan kitap, 1989 yılında Boyut Yayınları tarafından Türkçe’ye çevirilerek “Vitrindeki Kaplan” adıyla basılmış. Mart 2007’de ise Arion Yayınevi tarafından “Karşı Kıyıdan Gelen Kaplan” adıyla yeniden yayınlandı.
Bilseniz, nasıl sıcak, nasıl bizden bir hikaye.
“1930’larda Yunanistan’ı kaplamış olan ağır, korkunç, her şeyi ve herkesi sindirmeye ve silmeye çalışan faşist diktatörlük devrinde, çevrelerinde olup biten olayları algılamaya çalışan iki küçük kız çocuğu… O iki kız çocuğu, belki de sizlersiniz… Sinenler… sindirenler ve sindirenlerle birlikte olanlar… düşünenler… baş kaldırmaya çalışanlar… tümümüz varız o cehennemin içinde… ve tümümüz bir şeyleri anlamaya çalışıyoruz… Küçük bir kız çocuğu rüyası saflığında, güzelliğinde, eşsizliğinde bir kitap… Gözlerinizde bir ıslaklık hissedebilirsiniz…” diyor arka kapakta.
Hayatınızı tümüyle değiştirecek uzun bir yaz tatili düşünün. İki kız kardeş Mirto ve Melya. Kalabalık ve birbirine bağlı bir aile… İçinde destanları, Yunan bilgelerin masallarını anlatan bir büyükbaba, evin telaşe memuru Despina Hala, hayatın tüm getirdiklerini koşulsuz kabul eden bir anne ve baba, karşı kıyıdan -yani bizim memleketimizden- yüzerek karşıya geçtiğine inanılan ve hakkında sayısız masal uydurulan, bir gözü mavi, bir gözü siyah vitrinde sergilenen doldurulmuş bir kaplan, evin olmazsa olmaz yardımcısı Stamatina, hayranlıkla izlenen kahraman kuzen Niko… Sonra İkarus’un uçsuz bucaksız lacivert denizi, denizdeki mercanlar, o minicik balıklar, kıvrımlı deniz atları, güzel dostlar; Artemi, Nolis, Avgi, Odiseus, Aleksis ve hain Pipiça. Hani Yeşilçam’ın “nasıl olsa babamın çuvalla parası var, alacak babam o eşeği, fıstık benim olacak…” repliğiyle hafızalarımıza kazınan Nuri’yi anımsatan, sevilmeyen Pipiça. Hepsi toplamda yüz kırk sayfa olan ve bitmesini hiç istemeyeceğiniz bu kitabın içinde.
Hikayemizin çoğu -dünyanın en güzel yerinde- Lamagari’de geçiyor. Mirto ve Melya (Melissa) birbirlerinden hiç bir şeyi saklamayan iki küçük kız kardeş… En çok Despina Hala’nın vitrininde sergilenen kaplandan konuşmayı seviyorlar. Kaplanla ilgili en güzel masalları da kuzenleri Niko anlatıyor. Kızlar sadece misafir geldiğinde açılan salonda sessizce oturur, korku içinde vitrinden kendilerini seyreden kaplanı izler, bazen de Stamatina vitrinin tozunu alırken gizlice kızları çağırıp kaplanı yakından gösterir. O yaz yine kaplanla ilgili yeni masallar dinleyeceklerini uman iki kız kardeş uzun süre eve dönmeyen Niko’yu, darbenin ne demek olduğunu, faşizmin bir çocuğun hayatını nasıl değiştirebileceği gerçeğini öğrenmek zorunda kalıyor ve Alki Zeis tüm bunları Melya’nın gözünden anlatıyor. Baştan sona bitmeyen bir heyecan, sürükleyici ve hüzünlü ama bir o kadar da umut dolu bir öykü sizi bekliyor…
Yeniden tükenmeden satın alın ve Bacaksız’a okuyun istedim. Daha onca yağmuru-fırtınayı beklemek zorunda kalacak olan Bacaksız bunu çoktan haketmedi mi?
“MUT ÇOK-ÜZ ÇOK? ÜZ ÇOK, ÜZ ÇOK, dedi inatla yorganın altından. Bunlar Bizansça değil, ikimize ait sadece bizim anladığımız bir dildi. MUT-ÇOK: Çok mutluyum demek. ÜZ-ÇOK: Çok üzgünüm. Bunu her akşam birbirimize sormazsak uyuyamazdık. Bilmem neden ama pazar günleri hemen her zaman ÜZ-ÇOK, ÜZ-ÇOK diye yanıtlardık. Şu an İkarus’unki gibi kanatlarım olsa ülkeden ülkeye uçup dünyadaki bütün çocuklara sorabilsem: MUT-ÇOK, ÜZ-ÇOK?“
…Hayır, bizler kitapta anlatıldığı üzere geçtiğimiz yaz bir darbe yaşamadık. Ama bugünlerde her gece aklıma Pozantı Cezaevi geliyor, yokluk geliyor, yoksulluk geliyor, çocuk tacizcilerini haklı çıkarmaya yönelik alınan kararlar geliyor, anneleri sokak ortasında dayak yiyen, öldürülen çocuklar, eften püften sebeplerle cezaevlerine tıkılan öğrenciler, çocukların geleceği için sokağa çıkıp dayak yiyen öğretmenler geliyor… Gözlerimi kapattığımda ben de Melya gibi sıklıkla “ÜZ-ÇOK, ÜZ-ÇOK” diyorum son günlerde… Ama geçecek, Bacaksız’ın beklediği yağmur yağacak… Hem gökkuşağı görebilmenin en önemli şartı yağmurdan kaçmamak değil midir zaten? Sonra çevirin başınızı, bakın karşı kıyıya, dalga dalga büyüyen bir bayrak görünüyor buradan. Şimdilik belli belirsiz… Bacaksız için inanın, karşı kıyıdan bir kaplan gelecek ve biz onu gördüğümüzde “MUT-ÇOK MUT-ÇOK” diyeceğimiz günlerimiz de olacak elbet.