Kapımızda bahar. Gece üşüyor mudur diye endişelenmeme gerek kalmadı. Bunun için artık kendi yatağında yatmalısın. Kemal’le ikimizin yastık paylarından çalarak senin için yer açmak zorunda kalmayacağız. Sürgün yemiş yastıklarımızı sabah olunca yerlerden toplamayacağız, ooh… Üstelik kendi bölümünün başucunda, seni süsleyen sarı pembe masal atını, beşiğine koyacağım söz. Hem hık dediğinde yanında olacağım, inan bana. Hadi artık daha fazla beraber yatmayalım…
Meyveydi, sebze püresiydi, muhallebiydi derken bütün gün el sürmediğin memelerim, gece olup da kesintisiz uyuma vakti gelince bayram etti. Sütünü içtin, küçük elin yanağımda, ben bal rengi saçlarını okşarken uykuya kanıverdin. İyice dalmanı bekledim desem yalan olur çünkü uzun uzadıya seni seyrettim, nefesini dinledim. Ayrı yatmak konusunda hangimiz daha zorlanacak emin değilim.
Neredeyse yarım saat sürdü; temizlik, düzen, intizam konusunda her şeyin kusursuz olduğuna ikna olmam. Göz görse de anlamak istemez ya işte öyle… Ellerimin arasında hazine varmış gibi taşıdım seni. Hemen yanı başımızdaki beşiğine yatırdım. Gözlerin kapalı. Önce sağa sola dönmeye başladı kafan. Sonra ellerin beni aradı. Buldu gibi. Ninniye kaldığımız yerden devam edeyim dedim ama olmadı. Engin gözlerin ışıldayıverdi. Sürekli tekrarlanan bir ezgi, el oynaşmaları, gözgöze bakmalar… on dakika içerisinde tamamen uyandın ve söylenmeye başladın. Anladım, o gece bu gece değil. Yine yanımda yine kollarımdasın. İki dakika içinde yaz aylarının akşamüstü denizi gibi hareketsiz kaldın.
Cücelerin evine girmiş, kaçkın Pamuk gibiyim. Gün boyu (6-7 kez) küçük tencere, küçük kaşıklar, küçük tabak gibi alet edavatla uğraşıp, üstüne hiç üşenmeyip nerdeyse oyuncaklarının tamamını yıkıyorum. Eğer hâlâ yorgunluktan bayılmamışsam kitabımdan üç dört sayfa okuyup sızıveriyorum. Sen benim en iyi halimsin, asla senin yüzünden dememeyi öğreniyorum. Kol kırılırsa kırılsın ama yeni içinde kalmasın, seninle birlikte olmaya başladığımızdan beri annemi asla aklayamıyorum. “Anne ol da anlarsın” gibi sözler, derin bir kuyuda gibi durduk yere yankı yapıyor. …biliyorum… Yasta olup yataklara düştüğümde içinin titrediğini, biri ya da birileri bana el uzattığında, dil uzattığında dişi bir kaplana dönüştüğünü, hangi duyguyla hâlâ beni doyurmaya çalıştığını, Kemal’e hep şüpheyle bakmalarını biliyorum. Ama sevginin salt ihtiyaçlar üzerinden tariflenemeyeceğini sen bilmiyorsun. Yoksa biliyorsun da beni sevmediğini söylemeye cesaret mi edemiyorsun.
On dokuz yaşındaydım karar verip senden ayrıldığımda. Kız başıma, iki arkadaşımla ev tuttum. Kaçtım senden ve senin asla sonlanmayacak öfkenden, yaşamaktaki çaresizliğinden. Şimdi geçen onca zamandan sonra hiç olmadığı kadar temas halindeyiz. Ben doğurma deneyimini sevgiyle ve anlayışla karşıladım. Hep dedim ya kendimi doğuruyor gibiydim. Yani hem çocuktum hem de sen. İlk günler telaşını, heyecanını normalleştirmeye çalıştım. Kemale karşı ve aslında en çok kendime karşı. İçimdeki kötücül sesi ise susturamadım bir türlü. En çok sana anlatamadım ya kendimi, hep sana mektuplar yazarken uyanıyorum. İlk mektup ben okumayı yeni öğrendiğimdeydi. Ne kadar acelem varmış ki ilk yazma girişimim bu olmuş. Mutfak tezgâhına bırakılmış üç cümleye bel bağlamıştım günlerce. “Anne neden beni sevmiyorsun?”… İkinci mektup ergenliğime, en kırgın olduğum döneme denk geldi. Apar topar, taptığım bir okuldan, faşist bir müdür tarafından kovuluşumdan yaklaşık bir sene sonra. O geçmiş bir yılda tepenin başındaki okul, sadece uyuduğum bir yere dönüşmüşken. Benimle alay ediyorlardı, dalga geçiyorlardı. Sınıf birinciliklerim tatlı bir anıya dönmüştü ve 11 dersin 7’si sınıfta kalmamı istedi. Dayanamıyordum… Sigarayla ve diğer türleriyle o dönem tanıştım. Sonra bir mektup yazdım. Bir dönem ödevi… Hiç olmayacak bir şey oldu. Yapmadığımdan adı gibi emin olan bir dinozor, yazdığımı tüm sınıfa okumamı istedi. 4 sayfanın tamamı bittiğinde herkes ağlıyordu, dinozor dahil… O mektuptan sonra ömürlük bir arkadaş edindim kendime, adı Şenay… Yaralarımızı sarmaya çalıştık beraber. O da “kaz uçar da ben uçamam mı” diyerek 3. kattan bırakmış kendini boşluğa. Benim gibi onunla da kimse konuşmazdı, dahası onun zekâsına yetecek kimse yoktu.
Bu da üçüncü mektup. Daha yazmam artık. Bu son olsun… Anladım ne sen ne ben değişeceğiz ve benim sana ulaşma çabam hep hayallerim kırılmasıyla son bulacak. Şimdi beni senin yerine oğlum ve ailem büyütecek. Oysa o kadar kolaydı ki… Gösteri biletlerim üç sene boyunca makyaj aynasının önünde tozlanmasaydı, her tartışmamızda tehditler savurup parmağını sallamasaydın, beni tanımaya dair küçücük bir merakın olsaydı, hakkımdaki gazete kupürlerini değil de yazdığım yüzlerce sayfayı okuyup saklasaydın, güneşli bir günde beraber deniz kıyısına gidebilseydik, bana para yerine tertemiz gözyaşı sunsaydın, mutfak masasına oturup herkesi salona yolladıktan sonra hafiften dedikodu yapabilseydik, sütümün kirli değil de temiz ve yeterli olduğuna inanabilseydin, karpuz gibi bir çocuk yetiştiriyorken bebeği her gördüğünde “bu zayıflamış!” demeseydin, oğlumu kendi oğlun zannetmeseydin, ağustosun ortasında beni yorganlara sarmaya kalkmasaydın, seni her öpme girişimim göğsümün üzerimde beni iten bir elle son bulmasaydı, ben ağzımı açtığımda tansiyonun çıkmasaydı, seni her eleştirdiğiminde “yazıklar olsun” diyerek kestirip atmasaydın, her başarısızlığımda “olsun” diyeceğine benimle beraber üzülebilseydin, hastane odalarında sana baktığım onlarca gün yerine, gittiğim bir günün hesabını yapmasaydın, yaptığım yemeklere dudak bükeceğine bana yemek yapmayı öğretebilseydin, eğilemiyorken, ben karnımın altını göremiyorken bacaklarımı yıkadığında uzaktan ve geçiştirerek bu işi yapmasaydın, birazcık uykuya yenildiğimde beni rahat bırakabilseydin, hem çalışıp hem bir hayat büyüttüğümü unutmadan, çalışıp evinde oturanları kutsamaya kalkmasaydın, hiç hayatıma uymadığı halde bana çeyiz diye hediye ettiğin bütün havluları dantellerle bezemeseydin, kısa eteklerimi çekiştirmeseydin, Kemal’le yaptığım kavgalardan sonra “otur oturduğun yerde” demeseydin, eczacı ya da öğretmen olacağım günü hâlâ bekliyor olmasaydın, benim yanımda babama sövüp saymasaydın, her gözyaşıma “sus artık!” demeseydin ve sahte bile olsun ağız dolusu gülmeyi bir kez olsun deneseydin keşke… Ana olunca anlamadım anne, analığın bu olduğunu anlayamam, boşuna bekleme.
Benim anne sevgim hep uzaklaştırma almış boynu bükük bir sevgi oldu. Şimdi oğlumun küçük elleri değdiğinde yanaklarım gül açıyor.