Elisabeth Badinter’in Kadınlık mı Annelik mi adlı kitabı hakkında Asuman Bayrak’ın Birikim Dergisi’nde yayınlanan incelemesini alıntılıyoruz…
İdeolojik bir yeraltı savaşı“Natüralizmin, bir hayli zayıflamış olan annelik içgüdüsü kavramına yeniden saygınlık kazandırarak ve kadın mazoşizmini ve fedakarlığını överek tekrar güç kazanması, kadın özgürleşmesinin ve cinsiyet eşitliğinin önündeki en büyük tehlikedir.” Elisabeth Badinter. (Kadınlık mı Annelik mi. Çev.Ayşen Ekmekçi. İletişim Yayınları)
Anne biricik, tektir. Kimse onun yerini dolduramaz. Babalığın tespiti için DNA testlerine başvurulabilir, ama anne tartışılmaz; ve bu gerçek, bir takım efsanelere yol açar. Anneliğin, “kadının doğası”ndan kaynaklanan içgüdüsel bir duygu olduğu ve her “nor-mal” kadının çocuk doğurmayı arzuladığı iddia edilir.
Fransız feminist yazar Elisabeth Badinter, kitaplarında bu konuyu ele alıyor ve kadının kimlik arayışını, anneliğin nelere mal olduğuna dikkat çekiyor. Annelik içgüdüsel bir duygu mu, yoksa zamanla değişen, topluma, törelere bağlı bir tavrın sonucu mu, sorusunun cevabını arıyor. Benzersiz bir deneyimin, hayatı aktarma ve sürdürmenin yanı sıra gündelik stres, kendini feda etme gibi kaçınılmaz çelişkilerle nasıl yaşandığını anlatıyor.
E. Badinter’ı yıllar önce “17. Yüzyıldan Günümüze Bir Duygunun Tarihi: Annelik Sevgisi” kitabıyla tanımıştım. (Çeviren: Kamuran Çelik. Afa Yayınları. Ocak 1992) İletişim yayınları Ayşen Ekmekçi’nin çevirisiyle “Kadınlık mı Annelik mi” kitabını yayımladı. Sorunun kadınlar için nasıl tehditler içerdiğini anlatan kitap, hayatından ödün vermeye yanaşmayan “anne-kadın”ı pes etmeye zorlayan süreçleri gözler önüne seriyor. Emzirmeyi ve annelik rolünü öven feminist akımların neye hizmet ettiğine dikkat çekerek, kıyasıya eleştiriyor.
“Annelik Sevgisi” kitabı tükenmiş, piyasada bulunmuyor yani. “Kadınlık mı Annelik mi” kitabının ise matbaa kokusu henüz üzerinde. Özenli bir çeviriyle raflarda yerini almış. İki kitap bir anlamda birbirinin devamı gibi. Örnekler doğal olarak batı, özellikle de Fransız toplumundan. Bizim orta sınıf, aydın kadınlarımıza yabancı gelmeyecek duygular, problemler ele alınmış.
Dünyanın her yerinde, geçmişten günümüze bütün kadınların doğurması, içgüdüsel olarak anneliği bilmesini beklenir, yoksa toplum onların kimliğini, kişiliğini sorgulayıp mahkum eder. İşte bu nedenle E. Badinter’ın kitapları mutlaka okunması gereken, ezber bozan kitaplardan; çünkü sorun büyük ve henüz doğru dürüst konuşmaya bile başlamadık. Bilim yeni üreme modelleri üzerinde çalışmalar yapıyor ama, çocuk bakımı konusunda annenin yükünü hafifletmek için kafa yorulmuyor, aksine biberonun pabucu dama atılıyor, hazır bezler, mamalar korku saçıyor.
Tanımlar değişse de düşler, beklentiler aynı
İnsanlar efsanelere inanır; kendi yarattığı bu efsaneler arasında sıkışıp kaldığını fark etmesi de zaman alır; ancak annelik miti öyle kolay yıkılacağa benzemiyor. Şekilden şekle giriyor, “uzmanların” bilgi desteği ile sürekli yenilenip etkisini devam ettiriyor. Anne olamayan kadınlar acı çekiyor, eziklik hissediyor ve tüp bebek merkezlerinin kapısını aşındırıyor. Hamilelik başka macera, doğum başka, çocuğa bakıp büyütmek ise tam bir ömür törpüsü. Anneler bir türlü kendilerinden emin olamadıkları bu süreçte asla tedirginliklerini üstlerinden atamıyor. Oysa kadının doğurganlığı biyolojik olduğu kadar politik bir meseledir.
E. Badinter’ın deyimiyle yaklaşık otuz yıldır hakiki bir ideolojik yeraltı savaşı sürüyor ki bu savaşın kadınlar açısından sonuçlarını henüz tam olarak kestirmek mümkün değil. Kadınlar insanlık tarihinde benzeri görülmemiş bir kimlik bunalımının tam ortasında. Daha düne kadar erkek ve kadın dünyaları belliydi. Rollerin dağıtımı yapılmış, düzen kurulmuştu. Kadınlar itiraz etmeye başlayınca karışıklık çıktı ve bu ortamda geleneksel modele geri dönüşü salık veren çeşitli ideolojiler atağa geçti.
Etrafımızdan birkaç kişiye sorsak, bakıcı anneden öğretmen anneye, derken arkadaş anneye geçiş sürecine tanıklık edenler çıkabilir. Anneliği annelerden öğrenme dönemi kapandıktan sonra her kuşakta başka bir anne tipi model olmaya başladı. Bir zamanlar emzirmek elzem değildi; şimdi zorunlu. Kundaklama, hatta bebeğin yatış şekli de büyük değişiklikler geçirdi. Sezeryanla doğum tartışması sürüyor. Çocuk okula başlayınca derslerini kendi yapardı; artık çocuğuyla birlikte ders çalışmayan anne iyi bir anne olamıyor, öğretmenler tarafından ciddi şekilde uyarılıyor.
Çocuk her şeyi maskeliyor. Çocuğu doğurduktan sonra bakımını üstlenen ve genellikle tek başına büyüten kadını gerçeklerden, kendinden uzaklaştırıp hayattan koparıyor. Kadının en önemli, hatta tek sorumluluk alanı çocuk; ilişkileri, evliliği kurtarıyor, övünç kaynağı oluyor. Din adamlarının, sağlık uzmanlarının, otoriter tıbbi bilginin, siyasi iktidarların ve diğer annelerin ortak inşa ettiği bu yapıya itiraz etmek neredeyse olanaksız.
Çok ya da az doğursun, çalışsın veya çalışmasın her kadın “iyi anne” olmaya çabalıyor. “İyi anne” olmak ne demektir, hiç düşündünüz mü? Sonu, sınırı var mıdır? Hayatın her alanında, her zaman hakim olan, hatta giderek devasalaşan, kadını yok eden bir “iyi anne” olma kabusu neden bitmez?
Yapılan araştırmalar anneliğin evrensel ve ortak hiçbir davranışını belirleyemiyor. Ak-sine, her kadına, onun kültürüne, aldığı eğitime, hırslarına, hayallerine, düş kırıklıklarına göre değişen ve kulağa ne kadar zalim gelirse gelsin, annelik sevgisinin de yalnızca bir duygudan ibaret olduğu, dolayısıyla koşullardan etkilendiği sonucu çıkıyor. Bu duygu bir kadında mevcut olabilir de olmayabilir de. Güçlü veya zayıf görünebilir, çünkü her zaman toplum tarafından tanımlanır. “Sen iyi bir annesin,” denir, ya da tersi söylenir. Her şey o kadına, anneye, onun tarihine, tecrübelerine, genel olarak içinde yaşadığı çevrenin, toplumun tarihine bağlıdır.
Kadınların bedenleri, düşünceleri, hal ve hareketleri nasıl tanımlanıp belirleniyorsa an-nelik de bundan payını alıyor. Medeniyet ürünü yeni annelik sınırsız özelliklere sahip. Günümüzde modern şehirli kadın, doğum pratiğini bilmediği için kendini tümüyle uzmanlara bırakıyor. Abartılmış risk algıları ülkeden ülkeye, doktordan doktora değişiyor. Kadınlarda anneliğin içgüdüsel olduğunu söyleyenler, çocuk için neyin, ne zaman yapılması gerektiğine dair listeler hazırlıyor, işleri hafifletmiyor, aksine çoğaltıyor.
Çıkmaz sokak: Annelik!
Anne çocuğunu önce kendi ihtiyacı için emzirir, yani biriken sütün acısını gidermek için. Meme vermesini sağlayan ilk neden sevgi değil, kendi bedeninin dayattığı ihtiyaçtır. Emzirmenin annenin fedakarlığıyla yakından uzaktan ilgisi olmadığı, bencilliğe dayandığı unutulmamalıdır. E.Badinter’ın kitaplarında Fransa’daki süt anneliğin tarihsel macerası da anlatılıyor. Bir zamanlar, bu topraklarda da süt anne geleneği vardı. Yeni doğan bebek rahatlıkla başka bir kadının kucağına veriliyor, anne de bundan gocunmuyordu. Artık emzirmek moda ya, anne sütünün faydaları anlatıla anlatıla bitirilemiyor, hatta kampanyalar düzenleniyor. Teknik nedenlerle bebeğini emziremeyen anne -sütü azdır, apse yapar, çocuk beğenmez- emzirememenin ezikliğini yıllar sonra bile üzerinden atamıyor, çocuğun üstüne daha çok düşüyor.
Emzirmek çocukla sürekli yakın ilişki gerektirir ve bu temas alışkanlığı annelik şefkatini doğurur. Kimi kadın bu duyguya saplanıp kalır, kimi denetleyerek çocukla ilişkisini den-gelemeye çalışır, kimi de aldırmaz etkilenmez. Her kadın anneliği farklı yaşar; bunu gözlemek mümkün, yeter ki hayata, yaşananlara başka bir açıdan bakma cesareti gösterilsin.
Bir bebeğin yapabildiği tek şey ağlamaktır ve bebeğin ağlaması annelerin kabusudur, hele dışarıdaysa, veya evde başkaları varsa, bebek ağladıkça kadına dikilen ters, azarlayıcı bakışlarla, “sen iyi bir anne değilsin,”, “sustur şu gürültüyü” cümleleri sesli ya da sessiz sarf edilir. Bebek annenin yanında mı yatmalı, yoksa kendi yatağında, odasında mı yatması gerekir? Uzmanlar her dönem başka bir şey söyler. Mamalar, katı yiyeceklere geçme zamanı, haftası, yemek saatleri, tuvalet terbiyesi derken, başkaları -erkekler- dünyayı yönetir, kadınlar topluma yeni bir üye kazandırma uğraşıyla meşguldür.Çocuğun göstereceği en ufak bir psikolojik bozuklukta anne suçlanır; birinci derecede sorumlu olan annedir. Psikologlar bu konuda teoriler üretir, kitaplar yazar. Uzmanların gözünde anne sevgi ve şefkatin, baba yasa ve otoritenin simgesidir. Çocukların babayla ilişkisini de anne yönetir, yönlendirir. Zaten erkekler çocuklarıyla ilişki kurmaya hevesli değildir; minik veletlerle ne yapacaklarını bilmezler.Psikanalistlere göre de rollerin yeterince ayrılmaması çocuk için olası bir karışıklık kaynağıdır, dolayısıyla çocuğa zarar verir; anne anneliğini, baba babalığını bilmelidir. Toplumdaki her cephe, yakın dostlar akrabalar, doktorlar, öğretmenler, medya el ele ve-rip aynı cümleleri tekrarlar ve çocuk sanki kadın ruhunun gıdası olur. Çocuksuz kadın kendini eksik hisseder, neden çocuk doğurmak istemediğini açıklamaya, anlatmaya çalışır; çünkü topluma hesap vermek zorundadır!
Çocuğunu ücretli bakıcıya emanet eden anne onlara güvenmez, güvenemez, sürekli denetlemeye çabalar, en küçük bir aksaklıkta değiştirir ve çocuk her bakıcıyla farklı bir ilişkinin içine daldığından bocalar, şaşırır, annenin suçluluk duygusu da artar. Çocuğu kreşe vermek sanki onu terk anlamını taşır, annenin bencilliği olarak yaşanır, ekonomik zorunluluk yoksa tercih edilmez. Büyük anneler, konu komşu “evde otur çocuğunu bak” diye söylenir durur. Çocuğun kendi yaşıtlarıyla daha mutlu olma ihtimali düşünülmez. Emzirmek, beslemek, temizleyip yıkamak, ilk adımları gözlemek, ilk sözcükleri belletmek, teselli ve tedavi etmek, hayat tecrübesi aktarmak, terbiye edip büyütmek, ders çalışmasını sağlamak ve bütün bunları sevgiyle, şefkatle yapmak, asla şikayet etmemek gerekir.
Annelik miti sayesinde bütün sorumluluk, yapılması gereken işler kadınların üzerine yıkılmış durumda. Her şeye rağmen dışarı çıkan, kendine zaman ayıran, çalışan kadınlar bir tür suçluluk duygusuyla yaşıyor. Son derece doğal karşılanıp kadın cinsine özgü sayılan bu duruma itiraz etmenin zamanı geldi de geçiyor bile. Çünkü “1980-2010: Biz neredeyse farkına dahi varmadan annelik algımızda bir devrim gerçekleşti. Bu devrim hakkında hiçbir tartışma yapılmadı, hiç ses çıkmadı. Aslında bu devrimin hedefi büyük önem taşıyor; zira anneliğin kadın kaderinin merkezine yeniden yerleştirilmesi söz konusu.” (Kadınlık mı Annelik mi. s.9)
Kadın emeğinin son bin yıllık tarihinde, kadınlar artık kendi istekleriyle, her türlü suçluluk duygusuna rağmen ev dışında çalışmayı seçiyorsa “iyi anne” olma mitini tartışmak lazım. Ancak günümüzün post modern liberal kapitalist düzeni, bireylere günlük hayatın hızlı temposu içerisinde derin ve sağlıklı bir şekilde düşünme fırsatı vermiyor. Fast-food yaşam tarzı, entelektüel değeri düşük TV programları ve sürekli tüketime zorlayan reklamlar karşısında bireyin düşünsel anlamda içi boşalıyor. Dinleme alışkanlığının da yok edildiği bu ortamda tartışmak zor; hele de kutsal annelik destanları yazılırken. Yol uzun, üstelik mayın döşenmiş; küçük bir hata yapan affedilmiyor. Oysa bir kadın, evde kalıp bol bol çocuk büyütme olanağı varken, çocuk sayısını sınırlamaya gayret ediyor, zamanının bir bölümünü mutlaka dışarıda geçirmek istiyor, sosyal, kültürel hayata katılmak için yollar arıyorsa, annelik doyurucu bir iş olmasa gerek.
Liberalizmin bireysel çıkarların toplumsal faydalara dönüşmesine yönelik beklentisi, piyasa değerlerinin toplumun diğer alanlarını istila etmesine neden olur. Kadınların du-rumu da ona göre belirlenir. Siyasi alanın tek meşruiyet aracı ekonomik büyümenin sürdürülmesinden ibaret hale geldiğini fark etmemek olanaksız. Modern çağda yaşayan insanlar, hayatı dinin bildirdiği ölçüde ciddiye almakta epey zorlanıyor, çünkü neredeyse bütün tabular yıkılmış ve bütün yasaklar çiğnenmiştir. Annelik hariç… O yüzden de dişi cinse, “kadın” oldukları ve anneliğin önemi sürekli hatırlatılıyor. Toplumsal sözleşmelerin birinci maddesinde kadının anne olma şartı yatıyor. Kadının ezilmesinin, geriye itilmesinin, baskı altına alınıp silikleştirilmesinin temelinde annelik var.
Aile içinde, akrabalar arasında, toplumun her kesiminde, okulda, orduda, siyasette, ekonomik sistem içinde hep aynı efsane dolaşıyor; annelik kutsaldır. Anne öyle seve-cen, fedakar, biricik mutlaktır ki tartışılamaz, hatta ona itiraz nankörlük, affedilemez suçtur. E.Badinter, “önce ben”in ilke haline geldiği uygarlıklarda anneliğin çelişkili durumuna dikkat çekiyor. “Batılı kadınların, tam da patriyarkal düzenden kurtuldukları sırada evde yeni bir efendilerinin olması tarihsel bir ironidir.” (s.101) diyor.Kadınlar için annelik, günümüze dek yaşandığı biçimde kadının içine kapatılarak tutsak edilip kendine bile yabancılaştığı bir kurumdur. Uzmanların, dinin tanımladığı, kadınlara dayatılan, kurulan bir tuzak… Gerçek bir efsane. Bir mit. Kadın bedeni üzerinden sürdürülen pazarlıklar sonucu sağlanan bir uzlaşma alanı. Kadınlar kendilerine uzatılan bu havucun peşinde koşmaktan vazgeçmelidir. Anne, çocuğun her yaşta ayrı, bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçlarını karşılamak zorunda olmamalı. Üstelik çocuk bir türlü tatmin olmuyor, hep daha fazlasını istiyor. Fedakarlığın sonu yok.
Kadınlar “iyi anne” olmak için uğraşıp duruyor ya… Bu can alıcı konuyu tartışmaya açanlar hemen suçlanıp karalanıyor, erkekleşmiş, çocuk sevgisi nedir bilmeyen duygu-suz kadınlar diye yaftalanarak aşağılanıyor. Çocuk doğurmak istemeyen kadın sayısı arttığına göre bunların hepsini anormal mi ilan edeceğiz? Üstelik kimliğini, hayattaki işlevini ve kaderini annelikle tanımlayan kadınlar çocukların üzerine kara bulutlar gibi çöküyor. Çocuğun annesinden bağımsız bir hayat kurması neredeyse imkansız hale geliyor. Anne biricikliğinin verdiği güçle çocuğunu şekillendirirken, bağımlı, kendi başına hareket edemeyen, düşünemeyen çocuk sayısı alabildiğine artıyor. Bu da güç sahiplerinin hoşuna giden bir durum olsa gerek.
Tek bedende iç içe bir süre beraber yaşayan anneyle çocuğun ayrılması, hele de anne üzerine çeşitli sorumluluklar yüklendikten sonra ayrılması zor olabilir. Aynı bedendeliğin hatırası uzun sürebilir. Bu ayrılığı olağanlaştırmak için kadının özel çaba göstermesi şart. Sonu gelmeyen “iyi anne” olma gayretine son vermek, efsanelere kulak tıkayarak, çocukları itmek, onlardan uzak kalmak herkesin hayrına olacaktır. Çocuk bakımı toplumsal hayatın içinde yeniden organize edilmeli.
19. yüzyılın ortalarına kadar bütün dünyada geçerli olan dayakla terbiye alışkanlığı büyük oranda terk edildi. Çocuk hakları kabul edildi, ancak bütün sorumluluk annelere verildi. Kadınlar üzerinde baskının artırılmasına neden olan bu gönüllü kölelik sistemi tartışılmadan devam ediyor. Çocuğun geç elde ettiği saltanatı, mutlak krallığının ilanıyla yerini epey sağlamlaştırmış durumda. Mağdur olansa kadınlar; kimliklerine, kişiliklerine sahip çıkamıyor, geriye çekiliyor ve bulduğu tek çare olarak çocukları üzerinden hayat mücadelesi veriyorlar. Modern aile, kadının eve kapatılmasını gizleyen annelik miti etrafında inşa ediliyor. “İyi anne” olmak isteyen kadınlar çalışmaktan vazgeçiyor, yarı zamanlı işlerle idare ediyor, çocuklar büyüdükten sonra işlevsiz kalınca da psikologların kapısını aşındırıyor.
Gerçek devrim kapıda mı?
Kadın hakları mücadelesinin sağladığı kazanımlar az değil, ayrıca feminist annelerin büyüttüğü genç erkeklerde doğal bir anneleşme isteği belirmesi dikkat çekici. Artık, çocuklarının bakımını üstlenmeyi talep eden erkeklere rastlanıyor. Yeni baba modeli hamile karısıyla birlikte jimnastik yapıyor, doğumhaneye giriyor, anneliğin günlük işlerini paylaşıyor. Hatta doğumdan sonra evde kalan erkek, çalışan kadınlar da var. Eşcinsel ebeveyn fikri batıda nispeten kabul ediliyor. Cinsiyetlerin birbirine yaklaşması, karışması ve benzeşmesinden hoşlanmayanlarda korku yaratacak bir gelişmenin ayak sesleri duyuluyor. Neticede kadınların mücadelesi sonucu yeni baba, anneyle eşit ve aynı biçimde çocuğuna bakmakta. Tabii “uzmanlar” izin verdiği oranda!… Çocuk annesiyle olduğu kadar babasıyla da yakın bir ilişki kurabilmekte. Yüzlerce yıllık bir baba yokluğu ve otoritesi dönemi yavaş yavaş sona ererken, annelik miti de sarsılıyor. Bu sarsıntıyı önemseyen ve Descartes’dan Freud’a ideologların izini süren, istatistikleri didikleyen E. Badinter’ın kitapları “iyi anne” olma düşünün üzerine gitmekten, onu tuzla buz etmekten çekinmiyor. Son kitabının “Natüralist saldırı” başlığını taşıyan ikinci bölümü çoğu şeyi ilk kez düşünmeme neden oldu. Tavsiye ederim.
Cinsiyet ilişkilerini politik ilişkiler olarak tanımlayarak, kadınları politik özneler olmaya davet edenler, önce “iyi anne”lik safsatasına karşı çıkmalı, sunulan seçenekleri -ya ço-cuk egemen bir hayat, ya da çocuksuzluk- açık etmeli diye düşünüyorum. Bence “kadın meselesi”nin çözümünde esas halka anneler ve anneliktir.
Temel sorunları aşabilmek için radikal kararlar almak şart. Herkesin onaylayacağı bir “iyi anne” modeli yoktur. “İyi anne” olmak mümkün değildir. Annelik sevgisi insani bir duygudur; her duygu gibi belirsiz, geçici ve kusurludur, kadını eve ve çocuğa hapsetmeye yarayan bir tutsaklık zinciridir.
Annelik yeteneği olmayan, ya da annelikle ömür tüketmek istemeyen kadınlar rahat bırakılmalı.