Uzman Psikolog Ceylan Ersun, yüksek lisans çalışmasında Cumhuriyet tarihi boyunca kadın yazarlar tarafından kaleme alınmış romanlarda ana-kız ilişkilerinin nasıl bir seyir izlediğini ele almış. Halide Edip’in Sinekli Bakkal, Sevgi Soysal’ın Yürümek, Füruzan’ın Kıırk Yedi’liler, Peride Celal’in Üç Yirmi Dört Saat, Duygu Asena’nın Aynada Aşk Vardı, İnci Aral’ın Hiçbir Aşk Hiçbir Ölüm, Ayşe Kulin’in Gece Sesleri, Elif Şafak’ın Baba ve Piç ve Perihan Mağden’in Biz Kimden Kaçıyorduk Anne? adlı romanlarında izlemiş ana-kız ilişkilerinin Türkiye tarihini… İlgimizi çekti ve Ersun’a bir psikolog olarak romanlardan ne öğrendiğini, dahası edebiyattan kendi annelik ve kız çocukluğu durumlarımız hakkında ne öğrenebileceğimizi sorduk…
Uzunçorap: Anne-kız ilişkileri üzerine çalışmayı neden tercih ettiniz?
Ceylan Ersun: Hem özel hem kamusal alanda hukuki, ekonomik, kültürel ve toplumsal düzenlemeler yoluyla kadının özgürleşmesi için çalışmaya devam edilirken kadının özellikle ruhsal özgürleşmesi açısından hâlâ çalışılması gereken meseleler olduğunu düşünüyordum. Gerçi, bahsettiğim düzenlemelerin kadın erkek eşitliği, kadının özgürleşmesi ve dolayısıyla hem kadının hem erkeğin refah düzeyini artırması açısından devam ettiğinden bugün için emin değilim. Geri planda kalmış meselelerin en önemlilerinden olduğunu düşündüğüm bir tanesi de kadının kadınlığın ilk temsilcisi olan annesi ile olan ilişkisi.
“Nasıl kadın oluyoruz?” “Kadın olmayı nereden öğreniyoruz?” sorularından yola çıkıldığında ilk tanıştığımız kadın olan anneye varıyoruz. Toplumsal cinsiyet rollerinin en önemli temsilcisi anne. Çünkü kamusal alana özel alan içinde hazırlanıyoruz ve bunun başlangıcında aile ve bakıcı/büyütücü rolünü çoğunlukla o üstlendiği için de anne var. Kadın olmakla ilgili çeşitli temsiller, roller, normlar vb. ilk olarak evin içindeki kadın, anne tarafından öğretiliyor. Anne-çocuk ilişkisinin önemi artık iyice bilinmekte ve üzerine bilimsel olarak eğilinmekte. Kadınlık yaşantıları ve kadın cinselliği üzerindeki etkisi açısından bir kadının kendi annesiyle olan ilişkisi önemlidir. Ben de kadının psikoseksüel gelişimi üzerinde annesinin ve anneyle ilgili yaşantıların etkisini anlamaya katkıda bulunabileceği düşüncesiyle böyle bir çalışma yapmak istedim. Özellikle kadının bilinçdışını ve çatışmalarını daha iyi anlamak için insan zihninin ürünleri olan romanları incelemeyi tercih ettim. Karakterlerin iç dünyasındaki çatışmaların kavranması belki de insanın kendi dünyasındaki benzer çatışmaları kavramasına öncü olur diye düşündüm.
Uzunçorap: Bu ilişkiler Türkiye edebiyatında ne kadar yer tutuyor?
Tanzimat dönemiyle birlikte romanın bu topraklara girmesinin ardından, 1900’den itibaren özgün eserler verilmeye başlanmasına rağmen ancak 1960’lara gelindiğinde geçirilen siyasal, toplumsal ve ekonomik değişimlerin yansımalarıyla yavaş yavaş kadına ve onun yaşantılarına değinen eserler ortaya çıkmaya başlıyor. 70’li ve 80’li yıllarda feminist akımın etkisiyle kadın yazarların yazdığı ve doğal olarak kadınlık yaşantılarına değinen romanlarda artış görülüyor. Kadın yazarlar fazlalaşana kadar erkek yazarlar tarafından kadınlık yaşantılarının anne-kız ilişkisini içeren derinliğine inilmesi beklenemezdi. 70’lerden itibaren kadının aile ve cinsel yaşantılarına eğilinse de, toplumu ve kadını bilinçlendirme kaygısıyla belli bir düzeyde kalındığı ve kadının ruhsal dünyasının derinliklerine inebilen eserlere sık rastlanmadığı kanısındayım. Anne-kız ilişkisi de o ruhsal dünyanın derinliklerinde. Kadın yazarların anne-kız ilişkisini açıkça hissettirdikleri dokuz roman seçtim, onların da üçü 70’li, beşi de 90’ların sonuna 2000’lerin başına aitlerdi. Bir tek Halide Edip’in romanı 1930’lara aitti, o da romanını psikanalizin sıçradığı Londra’da yazmıştı.
Uzunçorap: Gördüğünüz kadarıyla anne-kız ilişkileri hangi temalar etrafında yoğunlaşıyor? Bu temalar incelediginiz dönem boyunca nasıl bir dönüşüm geçiriyorlar?
Anneleriyle ilgili çatışmalarını çözememeleri ve karmaşalarını atlatamamaları kızların hamilelikle ve anne olmakla ilgili tasarımlarını belirliyor. Annelerinden bağımsızlaşma ve kendilerini kaybetmeden var olma mücadelesi verirken, kendileri de anne olduklarında aynı mücadeleyi sürdürüyorlar. Anneleri ve kendi bebekleri tarafından ele geçirilme korkusu hissediyorlar.
Neredeyse romanlardaki bütün kızlar kuşak çatışmasının da hissettirdiği biçimde annelerinin tüm güçlü duruşları karşısında kendilerini yetersiz hissediyorlar. Annelerinin kendilerine olan sevgilerini sorguluyorlar. Sevgi ve şefkat eksikliklerini kimi zaman kendi kızlarına yansıtıyorlar kimi zaman da bu eksiklikleri özellikle yaşatmamaya çalışıyorlar. Kendi anneleriyle uzak ve mesafeli ilişkilerini kızlarına fazlasıyla yakın olarak kapamak isteyen anneler de var. Genel olarak romanlarda annelerinden sevecenlik göremediklerinden yakınan kadınlar var. Anneler sevgi ve şefkatlerini kızlarına iletemedikleri gibi kadınlığı da iletemiyorlar. Çünkü belki de onların da anneleri onlara iletemedi. Halbuki kızlar cinselliğe, kadınlığa ve kadın erkek ilişkilerine dair merak ettiklerini anneleriyle konuşmak ve bu konularla ilgili onlardan bilgi edinmek isterler. Kadınlığı öğretmesini, aktarmasını beklerler. Bunun yerine kendilerini bilmedikleri bir kadınlıkla baş başa bırakılmış bulurlar.
Romanlardaki kızların derdinin annelerinden kendilerini kurtarıp bağımsız olmaktan önce annelerinden kadınlığı alabilmek olduğu kanısındayım. Annelerinden ayrılmaya çalışmaları da karmaşık. Fiziksel olarak ayrılsalar bile içsel ayrılma yolculukları daha uzun süreli. Annelerinden sonra babalarından ayrılmaları, bir erkekle ilk ilişkileri, ilk cinsel deneyimleri, hamilelikleri, kendi annelikleri, kendi çocuklarından ayrılmaları, menopozları ve yaşlanmaları sancılı.
Annelerin kızlarına sınırlar koymaları, onları kontrol etmek istemeleri, kendi yapamadıklarıyla ilgili kızlarına yatırımlar yapmaları, kızlarının kaderlerini önceden çizmeye çalışmaları, kızların annelerinden korkmaları, annelerinin onları koruyup kollamalarından rahatsızmış gibi gözükseler bile aslında annelerinin varlığına ve fikrine ihtiyaç duymaları da romanlarda sık karşılaştığım diğer noktalar oldu.
Dönüşüm anlamında belki bazı kızları daha özgür ve serbest yetiştirme ya da ekonomik ve cinsel özgürlük anlamında fiziksel bir dönüşüm söz konusu ama içsel yaşantılar ve çatışmalar anlamında bir değişim olduğunu düşünmüyorum. Bu yaşantıların ve çatışmaların yansıma biçimlerinde yeme bozuklukları, vajinismus, psikojenik kısırlık ve doğum sonrası depresyon gibi çeşitlilikler ortaya çıkmış durumda.
Uzunçorap: Tezinizde Cumhuriyet’ten hemen sonraki dönemden başlayarak neredeyse bugüne kadar kadın yazarların romanlarına bakıyorsunuz. Genel olarak Cumhuriyet’in ana-kız ilişkilerinde değiştirebildiği ve değiştiremediği şeyler neler? Politika anne-kız ilişkilerinde ne kadar belirleyici?
Cumhuriyet reformları içerisinde kadının annelik rollerini kuvvetlendirmeye yönelik reformlar mevcuttu, bir Cumhuriyet kadını sunuluyordu ki o da ataerkillik çerçevesinde. Cumhuriyet kelimesi aslında siyasi bir kelime. Bense bir tarih aralığını ifade etmek açısından kullandım, çünkü kadın yazarlar ve böylelikle kadını ve kadın yaşantılarını anlatan romanlar bu dönemden itibaren daha fazla. Değişen şeylerin Cumhuriyet’le bağlantısını incelemediğim için fazla bir şey söyleyemeyeceğim. Modernleşmenin ve feminist akımın etkileriyle hukukî, ekonomik ve toplumsal düzenlemelerle kadın kamusal alanda daha görünür durumda ve eskiye nazaran belki daha fazla hakka sahip. Öte yandan, kadınlar açısından bu düzenlemeler vesilesiyle de elde edilen ekonomik, cinsel ve bireysel özgürlük özel alanda hem anneyle hem de erkekle olan ilişkilerde yeni çatışmalar doğuruyor, çatışmaların biçim değiştirmesine yol açıyor. Anneden ve onun yatırımlarından, kurallarından ve baskılarından uzaklaşma, belki ona meydan okuma imkânı daha fazla ama yine de psikolojik anlamda çatışmalar ortadan kalkmıyor, yeni biçimler kazanıyor.
Uzunçorap: Anne-kız ilişkileri genelde babanın müdahalesine ne kadar açık, ondan ne kadar etkileniyor?
Kızıyla kurallar ve baskı dışında da bir ilişki kurarak varlığını hissettiren ilgili bir baba çatışmalı anne-kız bağını sakinleştirebilir. Kız çocuğunun anneden ayrılma çatışmasını hafifletebilir. İlgili bir babanın çocuk bakımı sorumluluklarını anne ile paylaşması aynı zamanda annenin kadın olmasına da imkân tanır. Annenin kız çocuğuna kadın yüzünü gösterebilmesi açısından babanın yeri önemlidir. Annenin kendi kadınlığını saklayıp babayı ve erkekliği yüceltmesi kız çocuğunun psikoseksüel gelişimini olumsuz etkileyebilir. Annelik aslında kadınlığın bir parçası. Anneyseniz de kadınsınız, anne değilseniz de kadınsınız. Anneliği kadınlığın bir parçası haline getirip getirmemek de kadının tercihi.
Uzunçorap: Anne-kız ilişkileri, kızların geleceğe yönelik kararlarında nasıl bir rol oynuyorlar?
Anneleriyle ilişkileri çatışmalı, sevecenlikten uzak, öfke ve hayalkırıklığı dolu ve hatta rekabete dayalı olan kadınlar, erkeklerle ve çocuklarıyla da buna benzer ilişkiler yaşayabiliyorlar. Hamile kalma durumlarına yaklaşımları, kendi çocuklarına yaklaşımları ve annelik davranışları kendi anneleriyle ilgili yatırımlarından ve içsel yaşantılarından besleniyor.
Annelerine benzememeye çalışırken ister istemez kadınlığı ve anneliği onlardan gördükleri için birtakım özellikleri farkında olmadan kendi benliklerine ve davranışlarına katıyor, birtakım özellikleri de bilinçli bir şekilde reddedebiliyorlar. Seçimlerinde kendi doğru bildiklerine dikkat ediyorlar. Bu doğruları anneden doğrudan da almış olabilirler veya anneleriyle çatışarak kendi kendilerine de edinmiş olabilirler. Romanlarda annesinin çizdiği ve ittiği yoldan giden kızların mutsuzluklarına ve gitmemeye çalışanların çatışmalarına rastladım. Seçimlerine ve kararlarına dair eminsizlik zihinlerinde bir yerlerde içsel bir çatışma olarak devam ediyor. Bu çatışmalar serbest ve özgür yetiştirilseler de var, baskı ve kontrol altında yetişseler de var. Çünkü temelde anneden kızına kadınlığın aktarımı yok
Uzunçorap: Anne-babaların edebiyattan öğrenecekleri neler var? Edebiyat çocukları ve kendimizi anlamak için bir kaynak olabilir mi?
İnsan kendini kaybetmeden hayatta kalabilmek, yaşamını sürdürebilmek için bazı zihinsel çatışmaların farkında olmamayı bilinçsizce tercih eder. Ama bunların farkında olmaması onların zihinde bir yerlerde varlıklarını sürdürdükleri gerçeğini değiştirmez. Edebiyat bu çatışmaların rahatsız etmeden bilince sızmasına imkân verir. Edebiyatın kendisi de zihinsel aktivitenin bir ürünüdür. Karakterlerinin iyi analiz edildiği eserler, ister çocuk ister yetişkin insan davranışını, bilinçdışını ve çatışmalarını anlamak için araç olarak kullanılabilir.
Uzman Psikolog Ceylan Ersun
Lisans eğitimini 2003 yılında İstanbul Üniversitesi Psikoloji bölümünde ve yüksek lisans eğitimini 2007 yılında İstanbul Üniversitesi Kadın Çalışmaları Bölümü’nde tamamladı. Danışmanlığını Doç. Dr. Tevfika Tunaboylu İkiz’in yürüttüğü yüksek lisans tezi anne-kız ilişkisi üzerinedir. Yavuz Erten tarafından iki sene boyunca verilen ‘Psikanalizden Dinamik Psikoterapilere’ eğitiminin pratik ve teorik derslerini tamamladı. Çözüm odaklı terapi, stratejik aile terapisi ve psikolojik travma, EMDR I. düzey eğitimlerini ve süpervizyonlarını; alkol ve madde bağımlılığı temel eğitimi ve cinsellik ve cinsel tedaviler I. modül eğitimini aldı. Kadın ruh sağlığı ağırlıklı çeşitli seminer ve kongrelere katıldı. 2009 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Kadın ve Aile Sağlığı Merkezi’nde gençlerle ve yetişkinlerle psikoterapi ve psikolojik danışmanlık çalışmalarında bulundu. 2003 yılından beri Persona Life Danışmanlık Merkezi bünyesinde yer alıyor. Halen Bahçeşehir Üniversitesi Psikolojik Danışma ve Rehberlik Merkezi’nde ergenlik ve genç yetişkinlik dönemindeki öğrencilerle çalışmalarını sürdürüyor.