Öncelikle bugünkü araştırmanın sonuçlarının, bizim çalışmalarımızla ve aldığımız geribildirimlerle çok paralel olduğunu belirtmek istiyorum. Sadece beni şaşırtan medyanın çok geri kalması oldu. Fakat şahsi tecrübelerim doğrultusunda da etiketleme, sosyal dışlanma konusunda medyanın rolünün çok üst seviyede olması gerektiğine inanıyorum. Onun ayrıca araştırılması gerekiyor. Sabancı Vakfı Toplumsal Gelişme Hibe Programı tarafından 2013-14 yılında desteklenen “Sosyal Duvarları Yıkalım” projesinde medyanın devlet korumasında yetişen çocuk ve gençlere ilişkin olumsuz söylemlerini analiz ediyoruz. Belki projemiz için araştırmayı yapan GFK şirketinden de destek isteyebiliriz.

Önce kendimden bahsetmek istiyorum. Dokuz Eylül Üniversitesi uluslararası ilişkiler mezunuyum. Isparta’dan küçük kapitalist dönüşüme uyum sağlayamamış bir kasabasından 1990 yılında çocuk yuvasına gittim. Çocuk yuvasındayken eğitim başarım çok yüksekti. Gönüllü teyze ders çalıştırıyordu. Genelde zaten yuvalarda, yurtlarda gönüllü faaliyetler hep yuvalara yönelik oluyor. Yurtlar ihmal ediliyor, gençler çok ihmal ediliyor. Kurum bakımından hayata geçişte çok yalnız kalıyor gençler, o ayrı bir travma. Prof. Dr. Bengi Semerci’nin de bahsettiği gibi hapisten çıkış gibi bir şey. O çok ayrı bir travma. Aslında bu çalışmalara başlarken şunun üzerinden gitmemiz daha doğru. Ablam Isparta’dan Darüşşafaka Kolejine gitti. Biz alışalım diye, o da, yuvada bir ay misafir kalmıştı bizimle. Sonra da İstanbul’a gitti. Ablam Darüşşafaka Kolejinden çok güzel bir alt kimlikle mezun oldu. Bu kimlikten hiç gocunmadı. Biz yurtlarda kalanlar ise, hep bu alt kimlikle, içimizde dışarıdan bize yapılan psikolojik baskılarla mücadele etmek zorunda kaldık. Bu çalışmalara beni iten birinci neden buydu.

İkincisi ise şu oldu: Ben yurttan evlendim, yurttan çıkarken evlendim hatta. Üniversiteye yurttan gitmedim, yurttan gittiğinizde çok etkili bir psiko-sosyal destek yok zaten. Bunu kesinlikle kabul etmemiz lazım. Eşim 6 kardeş olarak yurtta kaldı. Bu kardeşlerin 3’ü devletin verdiği işe rağmen, işinden ayrıldı. 3’ü eşimden ayrıldı. Bu bize hep yansıma olarak geri döndü. Onların sorunlarını gözlemliyorum ve ailelerinde karşılaştıkları sorunları biliyorum. Bu apayrı bir şeydir ve beni bu çalışmalara iten sebeptir.

Etiketleme/Damgalama (Stigma) konusuna değinmek istiyorum. Çocuk bir yurda girdiğinde etiketlenme başlıyor ve o etiket çocuğu ömür boyu takip ediyor. Biz daha çok ayrımcılıkla ilgili çalışıyoruz. Yuvada, yurtta kalan çocukların ayrımcılığa uğramadan hayata atılması vizyonu doğrultusunda çalışmalar yürütüyoruz. Ayrımcılığın çok farklı boyutları var:

Eğitim Sistemindeki Ayrımcılık: Ayrımcılığı öncelikle okuldaki, kreşteki ayrımcılık olarak nitelemek daha doğrudur. Her şeyden önce ebeveynlerin uyguladığı, “annem seninle arkadaş olmamı istemiyor” ya da “çocuğumu yuvadan Zehra’yla oturtmayın” gibi bu tarz ebeveynlerin uyguladığı bir ayrımcılık var. Hizmetlisinden müdürüne kadar okul personelinin uyguladığı bir ayrımcılık mevcut. Benim okulumdaki müdür yardımcısı buna örnektir. Bir tane arkadaşım vardı; annesini çağırıp “oğlunuz Abdullah’la arkadaşlık ettiği sürece adam olamaz” diye oğlunu uyarmıştı.

Kurum Personelinin Uyguladığı Ayrımcılık: Kurum personelinin etiketlemeyle ilgili hiçbir farkındalığı yok, kurumun kendisi de etiketliyor. Çalışanlar mesela ekmek elden su gölden tarzında kelimeler sarf edebiliyor. Çocuklara sürekli böyle şeyler söyleniyor. Buradaki farkındalığın da artması lazım. Aynı şekilde, aynı saç tıraşı, aynı kıyafetler, aynı servisle okula gitme gibi uygulamalar da etiketlemeyi kolaylaştırıyor.

Toplumdaki Ayrımcılık: Toplumdaki ayrımcılığa gelirsek; aldığımız en yaygın geribildirime göre devlet korumasında yetişen gençler kurumdan ayrıldıktan sonra gelin ve damat olarak istenmiyor. Ben burada bir noktayı belirtmek istiyorum. Çevremde en az benim gibi yurtta yetişen ve eşi de yurttan olan 20 kadar çift var ve hiçbirisi ayrılmadı. Hepsi de çok mutlular. Eşimin ayrılmayan kardeşleri, tümü de yurttan olanlarla evli. Bunun ayrıca araştırılması gerekiyor. Psikolojide buna “resilience” deniyor, bunun ayrıca araştırılması gerekiyor. Toplumda ayrıca acıma, korku, merakla karışık bir bakış açısı var. Yine ben psikologlarla çok çalıştığım için görüyorum ki, dışarıdan çocuğa bakış, çocuğun kendisini ve çocuğun hayata bakışını zaten biçimlendiriyor. Burada çocuk kendini toplumsal hiyerarşinin en altına koyuyor; yani siz çocuğa istediğiniz kadar saray yapın, istediğiniz kadar bakım modellerini değiştirin; çocuğa karşı benimsenen bu bakış açısını değiştirmedikten sonra çocuk potansiyelini gerçekleştiremez, bireyselleşemez, başaramaz. Bununla mücadele edilmesi gerekiyor.

İş Hayatındaki Ayrımcılık: İş hayatındaki ayrımcılık da çok yaygın. En son geçen yıl “Fatih İlçe Eğitim Müdürü yurttan çıkan 2 kızı taciz etti!” tarzında haberler duyuyoruz. Bu tarz haberler çok yaygın. Çocukların hem mobbing yani psikolojik taciz hem de cinsel taciz tecrübelerine rastlıyoruz. Ayrıca kurumda akademik başarıya yönelik bir istihdam politikası yok. Yani 3413 sayılı, çocukların işe yerleştirilmesine ilişkin tüzük bence çalışmıyor. Aynı benim ve eşimin kardeşlerinin işlerini bırakmalarında olduğu gibi, bu durumda binlerce çocuk var. Burada herkes hemen hızlıca para kazanayım, memur olayım, hizmetli olayım, ne olursam olayım diyor ve dolayısıyla akademik başarı düşüyor. Bunun değişmesi gerekiyor. Buradaki müşevviklerin yeniden kurgulanması gerekiyor. Onun dışında zaten toplumdaki algı çok iyi ölçülmüş, şiddet eğilimi belirlenmiş; bunları rapor olmadan da ben yazmıştım.

Medyadaki Etiketleme: Medyadaki etiketleme için ise biz Sosyal Duvarları Yıkalım adı altında Sabancı Vakfı’nın da desteklediği bir proje yürütüyoruz. Medyadaki etiketleme çok yaygın. Mesela, Aydın’da geçen hafta çıkan bir haberde, yetiştirme yurdunda fuhuş baskınından söz ediyordu. Ne baskın var yetiştirme yurduna ne başka bir şey. Fakat bir tane kız tacize uğramış ve Aydın’daki artık hiçbir insana bunu anlatamazsın. Yani artık oradaki bütün çocuklar fuhuşa bulaşmış gibi kategorize ediliyor. Aslında buradaki hocalarımın da dilinin dönüşmesi lazım. Yani yurt çocukları bireysellikleri vurgulanamayan çocuklar. O çocukları, “sokak çocuğu, taş atan çocuk, yurt çocuğu, yuva çocuğu” gibi bizler kategorize ediyoruz. Bunun kesinlikle olmaması gerekiyor. Farklı terminolojiler kullanılması gerekiyor. Korunmaya muhtaç kavramının değişmesi gerekiyor. Biz bir “Doğru Sözlük” projesi yürütüyoruz; bir stratejimiz de o. “Yuvadan çocuk alma gibi” gibi terminolojiyi değiştirmemiz gerek. Çocuk mal mı ki yuvadan alıyorsun? Bunu, “bir çocuğun bakımını üstlenme” şeklinde değiştirmemiz lazım. Bunların sonucunda bence çocuklar gizlenmeyi temel hayata tutunma stratejisi olarak benimsiyor. Hem koruyucu aileler hem evlat edinenler hem de çocuk için gizlenmenin bu yönü de bence çok önemli. Olumlu örnekler ortaya çıkamayınca, olumsuzluk denizinde hep birlikte boğuluyoruz.

Ne Yapılabilir?

Mentorlük destekleri verilmeli, olumlu örnekler artırılmalı ve kaliteli bir iletişim stratejisiyle desteklenmelidir.

Bence olumlu örnekler artırılmalı. Olumlu örneklerin artırılması lazım. Çocuklara mentorluk desteği verilmesi lazım. Zaten sosyal farkındalığı yüksek devlet korumasındaki çocukların. Bunları öncü birer kuvvet olarak kullanmamız lazım. Biz mentorluklar veriyoruz. Mesela Çanakkale’de, koruyucu ailede yetişen bir kardeşimiz İrem var. Onun birçok sivil toplum ağlarına girmesiyle Çanakkale çapında fark yarattığına inanıyorum. Edirne’de Emre Erduran var. Bilecik’te Şeyda var. İstanbul’a Şeyma var. Konya’da Mustafa var. Biz neden bunları daha çok çoğaltamıyoruz? Biz bu başarı öykülerine Genel Müdürlüğün önerdiklerini de katmalı ve kaliteli bir iletişim stratejisiyle bunu yaygınlaştırmalıyız.

Medyada bu başarı öyküleri anlatılmalı, kitap haline getirilmeli; videolar çekilip konmalı. Biz fark yaratan seçildik, bilgi ödülleri dâhil birçok ödül aldık. Bunlarla geride kalan çocuk, bizlere bakıp mesajlar yolluyor. Sosyolojide teoriler var. Amerika’da zencileri eğitim sistemi içinde tutmak için başarılı olmuş zencilerin resimlerini okullara yapıştırıyorlar. Bunun gibi çalışmalar yapılmalı.

Devlet korumasında kalan ve ayrılanlara yönelik çalışmalar yapan sivil toplum güçlendirilmeli

Benim şahsi gözlemime göre, devlet korumasında yetişenlerin oluşturduğu, Türkiye çapında 27 tane aktif dernek var, aslında 49 tane dernek var ama 27 tanesi aktif çalışıyor. Bunlara ilişkin güven ilişkilerinin net bir şekilde geliştirilmesi, bu çocukların gençlere kurmuş oldukları derneklerin kapasitelerinin artırılması, çocukların hayata hazırlanmasında önemli ara yüzler olmasını sağlanması gerekiyor. Burada kötü niyetli dernekler de olabilir. Bunların elimine edilmesi şart. Fakat diğer kalanların devlet tarafından kapasite güçlenmeye tabi tutulması gerekiyor.

Devlet korumasından ayrılanlara ilişkin istatistik yayınlanmalı

Yurttan çıkanlara ilişkin hiçbir istatistik yok. Yurtlarda genelde bir yıl öncekini, bir yıl sonrakini tanırsın. Bizlerle ilgili istatistikler nerede? Benim örneğimde mesela ancak 20 kişilik bir grubu tanırsın. Ben 16 yaşındaysam, 15 ve 17 yaş grubunu tanırım. Benim dönemimde 20 kişi vardı; 2’si intihar etti, canına kıydı: bunlar arasında suça sürüklenen veya istifa eden de oluyor. Biz ülke olarak ve buradaki bütün dernekler olarak sorunları bilemez, problemli alanları tespit edemezsek –Bağlanma sorunu mu, eşiyle mi ayrılıyor, kaç çocuğu var, çocuğunu terk ediyor mu?— gerek insan kaynağımızı, gerek diğer kaynaklarımızı bu sorun alanlarının çözümüne nasıl yönlendirebiliriz? Kamu karar alıcıları nasıl analitik içeriği sağlam olmayan noktalara kaynak tahsisi yapar? Şu anda karanlık odada, ışıksız bir şekilde hep birlikte devlet korumasında kalan çocuk ve gençler ile ayrılanların sorunlarını çözmek için yürümeye çalışıyoruz. Devletin istatistik toplaması, elindeki kaliteli istatistiği paylaşması lazım. Kamunun bu konudaki desteğine ihtiyacımız var. Artık teknoloji çok ilerledi; veri paylaşım protokolleri imzalayıp, çocukların, atılıyor mu işten, evleniyor mu, boşanıyor mu, çocuğu mu var diye bakılmalı. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Nitelikli koruyucu ailelik geliştirilmeli ve bu sistemdeki denetim kapasitesi artırılmalı

“Bir Melek Geliyor” edasıyla kurumlar boşaltılıyor. Bu çocukların örselenme durumları hakkında yeterli bilgilendirme yapılmıyor. Çocuklara ve ailelere verilen psiko-sosyal destekler çok yetersiz. Balıkesir’de mesela Murat – İlknur Demir Davası var. Koruyucu aile yanında kalan çocukların aileden alınması vakası. Bunun gibi olayların artması durumunda koruyucu aile sisteminin temelden çökeceğine inanıyorum ve aile temelli hizmet modellerine inandığım için bunu hiç mi hiç istemiyorum.

hayatsende.org