Saydım, geçen sene 21 arkadaşım anne ya da baba oldu. Bir ara öyle bir hal aldı ki arayıp “sana çok şaşıracağın bir haber vereceğim” diyenlere, peşin peşin “anne/baba oluyorsun değil mi?” diyordum. İnsanlar taaa okyanus ötelerinden, başka kıtalardan e-mailler yazdılar, telefonlar ettiler, bebeklerinin ultrason görüntülerini Facebook’larda paylaştılar… Bilmem ki bana bir şey mi demek istiyordu doğa? Dürüst olmak gerekirse, onun ima ettiği şeyi anlamamış gibi yapmayı tercih ediyorum…
Hele de “yavrulayanlar” en yakın arkadaşlar olunca doğal olarak arkadaşlıkların nitelikleri de değişti. Konuşulan konuların farklılaşmasına değinmeyeceğim bile. Bu galiba, hayat akışında meydana gelen onca radikal değişiklik arasında en az önemli olanı. Çünkü bir insanın varlığından, onunla birlikte olmaktan hoşlanıyorsanız, konuştuğunuz konunun çok da önemi olmuyor. Akşam yemeğinde bebek bezi fiyatlarından ya da hazır mamaların içeriğinden bahsetmek, en az hep birlikte dünyayı değiştirme imkânlarından dem vurmak kadar manalı olabiliyor.
Ama bazı şeyleri daha fazla önemsemeye başlıyorsunuz. Mesela hamilelik süresince çocuk isimleri hakkında ciddi teoriler geliştirmek durumundasınız. Bu konuda itiraz etme şansınız çok olmuyor. Özellikle de verilen ismi beğenmemişseniz, susmanız icap ediyor. Dedim ya, söz konusu yakın arkadaşsınızsa bu dokunaklı bir durum. Çünkü müdahale etmek, hatta belki çocuğu o ismin gölgesinden korumak istiyorsunuz. Ama susmanız gerekiyor.
Sonra hamilelik dönemi boyunca çiftlerin yaşadıkları duyarlılıkların değişmesi durumu var. Annenin arkadaşıysanız babayla mesafeleniyor ilişkiniz, yok babanın arkadaşıysanız kendinizi sürekli onu azarlarken bulabiliyorsunuz. Birlikte geçirilen zaman mayınlı bir tarlada yürümeye benziyor böyle olunca. Çünkü en yakını olduğunuz insanların hayatına tarafsız gözle bakabilmek o kadar da kolay olmayabiliyor. Doğumdan sonra durumun değişeceğini ummak boşuna. Bu defa da bebekle ilgili pratik sorumlulukların paylaşılmasına dair sorunlarla ilgilenmek durumundasınız. Benim gibi çocuksuzsanız önceleri susmayı tercih ediyorsunuz. Eşekten düşmeyenin pasif halet-i ruhiyesi. Ama arkadaşlarınız buna izin vermeyebiliyor.
Başka bir hikâye de doğum şekli. Sezaryen mi olmalı normal mi? Konu gündeme geldiği andan itibaren araştırmaya başlıyorsunuz. Gönül tabii ki normal doğumdan yana… Ama gene şu eşekten düşme meselesi var. Canımın o kadar yanmasına razı olabilir miyim ki ona canını yak diyeyim?
Şahsen anne ya da baba olmak için ille de doğurmak gerektiğini düşünmüyorum. Marduk’un kehanetleriyle, iki günde bir kriz yaşayan küresel ekonomiyi yan yana düşününce doğurmayı bir miktar bencilce bulduğumu bile söylemeliyim. Ama yüzünde gözünde o çok sevdiğiniz arkadaşınızdan izler bulduğunuz bir bebekle karşı karşıya kaldığınızda içinizi kaplayan o buruk neşeyi ne yapacağınız sorusuna cevap vermiyor bütün bu teoriler. Uyurken, annesi tarafından emzirilirken, altı değiştirildikten sonra etrafa gülücükler dağıtırken izlediğiniz o bebek uykularınıza endişe ortağı oluveriyor. Bunu genellikle söylemiyorsunuz, öylece yüzünüzün bir tarafına ilişiveriyor.
Daha da önemlisi arkadaşınızın hayatının, onun kendisinden bile daha çok değer verdiği bir şey tarafından yavaş yavaş yeniden şekillendirildiğine tanık oluyorsunuz. Kabul ediyorum, bu noktada bir miktar kıskançlık giriyor devreye. İki yönü var bu kıskançlığın. Bir şeyi bu kadar sevebilmeyi, darmadağınık dikkatinizi bir noktaya bu kadar toplayabilmeyi istiyorsunuz siz de. Ama diğer tarafınız o çocuktan, arkadaşınızı kıskanıyor. Arkadaşınızın hayatındaki, üstelik asla eskisi kadar yer kaplamayacak varlığınızı sürdürmenin tek yolu bu duyguyla baş etmek. Bunun olabilecek en kestirme yolu ise elbette o çocukla aranızı iyi tutmaktan geçiyor. Ona hediyeler almalı, size bakınca o bebek kahkahalarından atmasını sağlamalı, daha da önemlisi yeni bir dil öğrenmelisiniz. Müjdeli bir haberim var, bütün bunlar neredeyse içgüdüsel bir şekilde yoluna giriyor. Ama bu kadar kolay olmayan yönleri de var bu ilişkinin…
Her anne-babanın kendince bir çocuk yetiştirme tarzı var. İnsanlar kendilerince en doğru olanı yapmaya çalışıyorlar. Bebeği dünyaya geldiğinden bu yana evine galoşla girdiğim arkadaşım da var, bebeğini beşiğinde kediyle birlikte uyutan da… Kafanız karışıyor, karşılaştırıyorsunuz… Daha da önemlisi çocuk büyütme tarzına göre arkadaşınızı yeniden tanımaya, değerlendirmeye başlıyorsunuz. Yine susmak durumundasınız. Çünkü mesela evine galoşla girdiğiniz arkadaşınıza “abartıyorsun sen de” demeye hakkınız var mı bilmiyorsunuz? Eşekten düşmemiş biri olarak bebeğiyle kedisini aynı beşikte uyuyandan yana kullandığınız seçme hakkınız acaba kendi konforunuza düşkünlüğünüzden mi yoksa gerçekten hür düşünceli biri misiniz?
Tabii ki arkadaşlarınızla daha az zaman geçiriyorsunuz. Çünkü artık bambaşka gündemleri oluyor anne-babaların, öncelikler yer değiştiriyor. Tıpkı hijyen meselesinde olduğu gibi, onlar tercihlerini yaparken siz de onları yeniden tanımak ve yeniden arkadaş olmak durumunda kalıyorsunuz. Eğer kestirip atmaktan hoşlanmayan biriyseniz kesinlikle rahat edilesi bir durum değil.
Sözün kısası anne ya da baba olan arkadaşınız aslında yaptığı doğumla yeniden doğmuş oluyor. Onunla birlikte hayatını yenileyip her şeye baştan başlıyor. Siz o hayata bir şekilde yetişmeye, yerleşmeye, en azından ilişmeye çalışıyorsunuz. Her şey gözden geçiriliyor. Bu arada düşündüğünüz kadar özgür değilsiniz. Çünkü bırakın arkadaşınızı, o bebeğe karşı hissettiğiniz sorumluluk sizi o kadar kolay olmayan bir dizi sorguya tâbi tutuyor. Yakın çevrenize doğan her bebekle kendi değer yargılarınızı da gözden geçiriyorsunuz…
İşin kötü tarafı, anne ya da baba olmakla fazlasıyla ve haklı olarak meşgul olan arkadaşınızın bunu bilmesine imkân yok. Onun bu konuda duyarlılık geliştirmesini beklemek haksızlık gibi geliyor. Araya giren mesafeye konvansiyonel anlamlar veriliyor genellikle. Zaman yok, herkesin kendi hayatı var, iş güç vs. derken konu muhtemelen kapanıyor… Galiba tam da bu yüzden ebeveyn arkadaşlar başka ebeveyn arkadaşlar edinme eğilimine giriyorlar zamanla ve biz çocuksuzlar da durumu kabullenmekle yetiniyoruz…