Bilimsel anlamda ne kadar ilerlediğimizi düşünürsek düşünelim, ortaya çıkanların bütünü aslında doğanın taklidi üzerine kuruludur. Buna karşılık beslenme denen kavramın tek ölçütü gelenektir. Yani neyin, nasıl yenebileceğini bize gelenek öğretmiştir.
Tıp fakültelerinde bile beslenme konusunda anlatılanlar kısıtlıdır, çünkü gelenek üzerine kurulu bir alanda yazılı bilimsel bilgi birikimi olamaz. Ne var ki 1900’lerin başlarında durum değişmeye başlar. Bir canlının büyümesi için asgari neler yemesi gerektiğine dair araştırmalar 1930’larda aşağı yukarı tamamlanmıştır. Derken araya giren İkinci Dünya Savaşı, hükümranlığın Amerika’ya geçmesiyle sonuçlanır. Bu, sadece siyasi açıdan değil, gıda üretimi açısından da bir dönüm noktasıdır. Nasıl olduğu bilinmez (Amerikalıların Almanların bilim adamlarını devşirmiş olması da olasılıktır) ortaya birden yeme ve gübreye dayalı bir tarım ekonomisi çıkar.
Bizim rahmetli hocamız Amerika’ya yaptığı seyahat sonrasında 1947’de tuttuğu hatıratında şöyle demektedir, “burada tavuklar ve domuzlar çok hızlı büyüyor”. Anlaşılan Amerika daha o zamanlarda piliçlerin ve domuzların daha hızlı büyümelerini sağlayacak bir yem karışımını hazırlamış görünmektedir. Ancak çok önemli bir eksiklik vardır, o da bu şekilde büyütülen hayvanların sağlıklı ve yenebilir olup olmadıklarının araştırılmamış olmasıdır. Bu yaklaşım tarımın diğer alanlarına da bulaşır.
Toprağın verimini artırmanın başlıca yolu kimyasal maddelerle desteklenmesidir, dolayısıyla çok miktarda kimyasal madde “gübre” niyetine kullanılmaya başlanır. Bu hatanın bir nedeni bilimin aşırı uzmanlaşmayla alanlara bölünmüş olmasıdır. Ziraat mühendisleri ve veterinerler bu yeni tarımsal üretim biçimini sonrasında da olduğu üzere “bu bizim uzmanlık alanımız” şeklinde savunmaktadır. Oysa bu savununun geçerliliği yoktur, çünkü üretilenleri herkes yemektedir. Aslında ziraat mühendislerinin ve veterinerlerin görev tanımı da doktorlardan farklı olmamalıdır, yani ürünün sağlığının korunması.
Nasıl ki doktorlar insanların sağlıklarının korunmasından sorumlular ise, gıda üretimine katılanların amaçları da “doğal verimin korunması ve artırılması” olmak zorundadır.
Yenebilir olduğu kanıtlanmamış ürünler nasıl pazarlanır?
Kimyasal müdahaleyle mümkün olandan çok daha fazla miktarda ürün alınması olası hale gelmiştir. İşte o zaman üretilenin bir şekilde topluma yedirilmesi gündeme gelmeye başlar. Komik bir biçimde, gelişmiş olduğu varsayılan Batı ülkeleri bunun için de yeni kıstas haline gelir. “Bakınız Amerika ne kadar ileri, çünkü bol bol et, süt, piliç ve yumurta tüketiyorlar” açıklaması saçma olsa da, endüstrinin çarklarının dönmesi için son derece uygundur.
Bugün bile reklamlar, kamu spotları ve ne yazık ki bilimsel açıklamalar hep daha çok tüketilmesi üzerine kuruludur. İşte bu noktada aslında endüstriyel bilim camiasının yatacak yerinin olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Tavuk yerine sağlıklı beyaz et (piliç anlamında), pastörize kaymaklı süt yerine uzun ömürlü UHT süt, kemik suyuna çorba yerine mama, pancar şekeri yerine mısır şurubu gibi kavramların kabullendirilmesi de hep endüstriyel bilim camiasının aracılığıyla, Ayşe Teyze kılıklı şahsiyetlerin neye dayalı olduğu bilinmeyen güvenceleriyle gerçekleştirilmiştir.
Gıda ucuzlarsa işsizlik katlanılabilir hale gelir
Mamafih sorun gıda üretimi bütün hızıyla endüstrileşmesiyle kısıtlı kalmamaktadır. Bir canlının varlığını sağlıklı sürdürebilmesinin asgari gerekliliği gıdadır. Oysa gıdanın endüstrileşmesi maliyetini ve fiyatını da yapay bir biçimde ucuzlatır. Mesela,piliç 40 günde kesim aşamasına geliyorsa, tavuğa göre en az altı ay daha az bir üretim maliyeti söz konusudur. Bir bahçeden iyi tarım uygulamalarıyla iki ton ürün alırken, kimyasal yöntemlerle sekiz tona çıkarsanız bu da maliyeti ciddi düşürür.
Şeker yerine tatlandırıcı kullanırsanız, bir kilo tatlının maliyeti iyice azalır. Doğasının dışına çıkan bu yaklaşımlar aslında yenemeyecek kadar kalitesiz (kokusuz, tatsız, çabuk pişen, çünkü dokusu bozuk), ama ucuz ürünlerle sonuçlanırken nüfusun da uzun vadede hastalanmasına yol açar. Ama beri yanda insan gücünü tamamen dışlayarak yaptığınız bu üretim, ayda sadece üç yüz liraya karın doydurturken (beslenmekten söz etmiyorum), paranın başka alanlara aktarılabilmesinin anahtarıdır. Lakin çok uzun olmayan bir vadede, makineleri otomatik kasalardan tutun, internet marketlerine kadar hakim hale getirdiğinizde, topyekun bir işsizliğin de kapısını açar.