Fransa’nın güneyinde ağaçların neredeyse bir tünel gibi üzerimizi kapattığı büyülü bir yolda gidiyoruz. Sağımız solumuz üzüm bağları. Zaman zaman bir bağın önünde durup hemen yanı başındaki ‘büro’ yazan yerden bir şarap alıyoruz. Kasabaların birine girip diğerinden çıkarken ‘Birbirlerine ne kadar da çok benziyorlar’ diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Oysa benzeyenin kasabalar değil Fransa’nın bu bölgesine has koruma planları olduğunu sonradan fark ediyorum.
Bayram tatilleri pek çoğumuz için sevdiklerimiz ile geçirdiğimiz, rutin hayatlarımızdan çaldığımız bir zaman aralığına benziyor. Hele böylesine uzun tatiller denk gelince ‘yeme de yanında yat’ durumları oluyor…
Eminim şu an pek çoğunuz rutin hayatın koşturmacalarına kısa bir mola verdiniz. Eğer siz de benim gibi artık orta yaşın üzerinde, evli ve çocuklu iseniz hayatın anlamı gibi tatillerin de şekli değişebiliyor.
Bekârlık günlerimden yadigâr dostum Hasan ile beraber kucaklarımızda hemen hemen aynı yaşta çocuklarımızla orta yaşlı babalara has bir tatili eşlerimizle beraber geçiriyoruz. Pusetleri açmada-kapamada maşallah öylesine maharetliyiz ki ilk çocuklarımızı değil de beşinci hatta altıncı çocuklarımızı büyütüyoruz gibi bir halimiz var. Her ikimizin de kısa bir sürede profesyonel babalara dönüştüğümüzü fark ediyorum. Yahu hangi arada çocuk yetiştirmeyi öğrendik, hangi arada düne kadar nefret ettiğimiz çocuk sesi bize şenlik gibi gelmeye başladı, anlayan beri gelsin.
Biliyorsunuz gazete sütunlarında aşk hikâyesi anlatan çok erkek yazar var, gelin görün ki mesele çocuklar ve babalığa gelince pek çok yazar süt dökmüş kediye benziyor. Siz genelde hep annelerin hikâyelerini dinlediğiniz için babaların hikâyeleri sizden biraz uzakta ve gizli bir dilde ilerliyor.
Oysa bakın çocuklar yemek mi yiyecek, hop elimizde önlüklerle annelerin yanında bitiveriyoruz. Dışarıdan baktığınızda eşlerimizin bir bakışı ile muma dönen bir halimiz var. Ara sıra kucağımızda çocuklar ile baş başa kaldığımızda “Hey gidi Hasan hey…” diyorum.
Hasan da cevap veriyor: “Hey gidi Cüneyt hey…”
Gülüyoruz.
Kucağımızda çocuklar da bizim halimize gülüyorlar.
Puslu bir havada çocuklu bir arabada seyahat etmenin sanırım en güzel yönü, deli gibi kendi kendinize şarkılar söyleyebilmeniz. ‘Her ailenin sırrı’ kalmasında fayda olan bu şarkılar aslında sizin çekirdek ailenizin de bir milli marşı olarak kalmaya mahkûm gözüküyor.
Bugün köşelerde aşk üzerine binbir türlü lügat paralanırken aile veya çocuk yetiştirme üzerine erkeklerin, babaların kalem oynatmamasının kuşkusuz özel bir nedeni olmalı.
Biz erkeklerin gayet iyi bildiği bir neden!
Oysa bakın bizim gibi ‘kılıbık’ tanımına çok rahat oturabilecek babalar için böyle bir mesele yok.
Tıpkı annelerin bitmek tükenmek bilmeyen bir ‘endişe’leri olduğu gibi biz ‘kılıbık babalar kulübü’nün de çocuklara dair binbir türlü endişesi ve derdi var.
Yine de sanırım bizimkisi diğerleri ile kıyaslandığında oldukça hallice sayılır.
Hasan ile benim derdim aynı. Mutlu, huzurlu çocuklar yetiştirebilmek.
Hasan ile bir yandan çocuk muhabbeti yaparken, bir yandan da çocukların oturduğu pusetleri iterken geçtiğimiz sokakların düzenine hayretle bakıyoruz. Pusetleri itebildiğimiz kaldırımların olduğu kasabalarda dolaşabilmek büyük bir nimet. Hele Türkiye’de kaldırımsız caddeler ve bir anayola kavuşan tuhaf kentleşme ile kıyasladığınızda insana daha da tuhaf geliyor.
Bu fotoğrafları çektirdiğimiz Gordes kasabası ‘Güzel Bir Yıl’ filminin geçtiği kasaba. Hay Allah yine Russell Crowe filminin seti ile karşı karşıyayız. Bilmem aranızda ‘Güzel Bir Yıl’ filmini hatırlayan var mı?
Bir filmden çok, bu yürüdüğümüz bölgelerin uzun metraj tanıtım filmi olarak da tanımlayabiliriz.
Russell Crowe’un garsonuna âşık olduğu ünlü kafenin önünde oturup bir kahve içiyoruz. Sokaklar bomboş. İn cin top oynuyor… Oturduğumuz kafede garsonlar çocuklara gayet sıcak davranıyor. Bir ara pusetlerden birinde alarm çalıyor! Eyvah birisi altına yaptı…
Hasan kızının altını değiştirecek bir yer bulma telaşına düşüyor. Gülüyoruz. İleriki yıllara dair çocuklu hayaller kuruyoruz…
Rutin hayatlarımızın ne kadar koşturmaca içinde geçtiğini böyle anlarda bir kez daha fark ediyorum.
Birazdan yağmur başlayınca hızla arabalara doğru koşturuyoruz.
Birazdan kendi hayatımızın filminde tanımadığımız üzüm bağlarının arasından uzun bir yola çıkacağız. Pastoral bir sonbahar manzarasına karşı kapalı camların ardından bildiğimiz o şarkıları bağır bağıra söyleyerek…