Metin Solmaz ve Prof. Dr. Levent Kayaalp’in çocuk ve ruh sağlığı hakkında geçen hafta başladığımız söyleşilerini yayınlamaya devam ediyoruz. Bu hafta konular kurallar, toplumla uyum ve eşcinsellik…
Topluma uyumluluk bir ruh sağlığı belirtisi midir?
Öncelikle hangi toplumdan bahsettiğinize bağlı. Ayrıca orada çok hassas bir denge var. Topluma uyum bir hastalık belirtisi de olabilir. Mesela bizim normopat dediğimiz çocuklar var. Yani aşırı uyumlu. Tepki vermeyen. Tepki duymayan değil… Tepki duyan ama bunu gizleyen bir tür aşırı uyum hali. Toplumda -yetişkinlerden söz ediyorum- birçok durumda gerçek duygu ve düşüncelerimizi ifade etmeyiz. Belli nedenlerle bunları gizleriz, belli ortamlarda ortaya çıkarırız. Birinin değersiz olduğunu kalkıp hemen suratına söylemeyiz.
Uyum dediğimiz şey, olayın bir bölümü bu, hepimizin bir maskesi var. Bunu yapmadığınız, sadece kendi düşündüklerinizi söylediğiniz zaman toplumun dışında kalabiliyorsunuz. Ben keyfime bakarım başka hiçbir şeyi dinlemem diyemezsiniz. Basit kurallar vardır, toplu haldeyken bir takım şeyler yapılmaz. Belli kısıtlamalar vardır, bunlara uyarız. Bu kısıtlamaların niteliği önemli. Örneğin kadın-erkek ilişkilerinde, bir erkek bir kadından hoşlandığında hayvanlarda olduğu gibi onu tutup hemen cinsel ilişkiye girmiyor. Bunun belli kodları var. Bu anlamda belli şeyleri kontrol etmek zorundayız. İnsanlar birbirlerine kızdıkları zaman ellerine baltayı alıp diğerinin kafasına vurmuyor.
Bu toplum bizden ne bekliyor? Cinsel dürtülerini, şiddet dürtülerini kontrol edeceksin. Belli bir temizlik, pislik kavramı var. Milletin ortasında burnunu karıştırmayacaksın. Ortalığa işemeyeceksin vb. Bu beklentilerin sınırı önemli. Bir takım yerde beklentiler belli nedenlerle kişisel sınırları zorluyor, kişisel farklılıkları siliyor olabilir. O zaman bireyselliği korumak için uymamak gerekir. Tabii birey oluşun tanımı da gene toplumdan bağımsız olamıyor. Bazı çocukları getiriyorlar, “biz çocuğumuzu özgür yetiştirdik” diye başlıyorlar anlatmaya. Ben bunlara Özgür Willy sendromu diyorum. Özgür yetiştirmek ne? Çocuk kural tanımıyor. Tanıdığı tek kural kendi arzusu. Kimi zaman aileler “egosu çok güçlü” diyorlar, “lider vasıflı”. Ne yapıyor? Dediği olmazsa arkadaşına vuruyor. Biz de diyoruz ki liderlik bu değil, bu zorbalık. Çocuğunuz diğer çocukları ikna edebiliyorsa o zaman lider vasıflıdır. Çünkü lider vasıflının ötekinin aklından daha üstün olduğunu ona kabul ettirmesi gerek. Güçlü olduğunu değil, akıllı olduğunu. Mesela gene bir kural söyledim bakın. Başkalarını yönetmek serbest, ama nasıl? Onların rızası ile. Bunun konsensüel biçimi de seçim ile yapılıyor. Ahmet’i seçiyorum, Mehmet’i seçiyorum, o gelsin beni yönetsin. Onun aklı benden daha iyi ki ben onu temsilci seçiyorum. Ama biri darbe yaptığı zaman, hiç kimseye sormuyor, benim aklım hepinizinkinden üstün demiyor, kimse sesini çıkaramaz diyor. O zaman başkaldırmak lazım.
Şimdi bizim çocuklarda gördüğümüzde ise aileler şu iki şeyi karıştırıyorlar: Çocuğun tahakküm etmesiyle diğerlerini ikna etmesini. Bazı çocuklar gerçekten lider oluyor, hemen topluyor çevresindekileri. Bazıları bunu yapamayınca şiddete başvuruyor. Evde her istediğini yaptırmaya, hayırla karşılaşmamaya alışmış, ev dışında bir ortama çıktığında da herkesten böyle bir davranış bekliyor. Şimdi okula gittiğinde 40 kral, 40 kraliçe var. Her çocuk kendi evinin kralı ve onlar bunu kabul etmiyorlar. O zaman orada sıkıntı çıkıyor. Öğretmenden de, aynı evde olduğu gibi, kendine biricik çocuk muamelesi yapmasını bekliyor. Öğretmen de bunu yapmıyor. Buralarda sorun çıkabiliyor. Uyum sorunu dediğimiz çocuğun uyumundan çok, aileyle toplum arasındaki uyum sorunundan söz ediyoruz. Mesela biz çocuklara sınır konmasını istiyoruz. Evetler, hayırlar var. Bunu yapabilir, şunu yapamaz. Özgürlük meselesi değil. Bunu neden bekliyoruz? Çocuk yaşı gereği neden zarar görüp neden zarar görmeyeceğini bilemez. Yürümeye yeni başlayan çocukta bir takım tedbirler alıyoruz. Prizlere kilit koyuyoruz. Çocuk elektriğin ne olduğunu bilmez, prize bir şey sokabilir. Bazen anlayamıyorum, yeni çocuğu doğmuş, gidiyor cam sehpa alıyor. Şık görünebilir ama bekleyin biraz büyüsün öyle alın. İster istemez köşeleri sivri, bir tarafına dokunduğunda diğer tarafı kalkıyor. Yeni yürüyen bir çocuk ona dokunarak gidecek. Aman ona dokunma buna dokunma yapmanın âlemi yok. Cam sehpa almazsınız olur biter, ama prizi sökemezsiniz, ne yaparsınız? Prizi kapatırsınız. Bazı durumlarda yapacağınız hiçbir şey yoktur. Mutfakta ocak var, oralara da dokunduğu zaman engel koyacaksınız. Mesela kimi evde yemekte şarap içiliyor. Çocuk da görüyor “ben de içeceğim” diyor. Tattırırsanız, kimi çocuğun hoşuna gidiyor her sefer istiyor. Orada “sen de bizimle eşit haklara sahipsin sen de iç” diyemezsiniz. Çocuğa bunu fark ettirmek gerekiyor
Patrondan çok bir çocuğun büyüyebilmesi için iki temel parametreyi bilmesi gerekiyor. Ancak bu şekilde olgunlaşabilir. Anne-baba-çocuk üçlüsünün iki temel farklılığı var: Biri kuşak farklılığı. Anne-baba bir kuşaktan, çocuk bir kuşaktan. Dolayısıyla arada çok temel bir fark var. Bilgi, görgü, tecrübe. Bunların yapabilecekleri birbirinden çok farklı. Bir de cinsiyet farklılığı var. Anne farklı, baba farklı. Bu anne daha üstün, baba daha üstünden çok, ikisinin de daha iyi yapabildikleri işler var. Dolayısıyla ikisi de çocukla çok farklı ilişkiye giriyor. Biri eşittir diğeri değil. Değer açısından hiçbir fark yok, ama yetiler, hatta zihnin işleyiş biçimi açısından cidden çok farklılar. Beyinler farklı çalışıyor. Çocuğun da buna göre kendi cinsine ait olanı prensip olarak örnek alması gerekiyor.
Örnek almazsa ne olur? Almadığı durumları da görüyoruz. Sıkıntı oluyor. En azından biz bunu teşvik etmiyoruz. Karşı cinsi örnek almayı teşvik etmiyoruz. Öyle durumlarda müdahale ediyoruz. Bu bir özgürlük, erkek çocuk kız olmayı seçti demiyoruz. Böyle bir özgürlük yok. İnsanların cinsiyetini seçme özgürlüğü yok
Peki ya eşcinsellik?
Eşcinsellik başka bir şey. Eşcinsel cinsiyetini seçmiyor, nesnesini seçiyor. Nesnesini seçer, ama cinsiyet seçmek demek erkeğin kadınım, kadının ben erkeğim demesi. Sonuçta doğarken hepimizin bir genetik bagajı var. O bagaja biz müdahale edemiyoruz ve bir cinsiyetle doğuyoruz. İki temel farklılıktan söz ettim. İki de değişmez gerçek var. Birincisi hepimiz ölümlü olarak doğuyor ve bunu değiştiremeyeceğimizi biliyoruz. Hiç kimse ben ölümsüzüm, pencereden atlayayım diyemez. Bir de cinsiyetle doğuyoruz ve o cinsiyeti taşımak durumundayız. O cinsiyet bizim genlerimizde, kromozomlarımızda, bedenimizde, ruhumuzda var. Bir takım nedenlerle bazı insanlar zorlanabiliyorlar. Karşı cinse özenebiliyorlar. Ama bunun sonuçlarını da görüyoruz, mesela ameliyatla cinsiyetini değiştirenleri. Hiçbir zaman cinsiyet falan değişmiyor. Fiziksel görünüm değişiyor.
Bir dönem Özal bu kanunları çıkarttığında insanlar arka arkaya ameliyatlar oldular. Tabii mahkemede bunların cinsiyetlerini değiştirme kararı vermek için hastaneden rapor istiyor. Ruhen ve bedenen kadın ya da erkek olmuş mudur? Dolayısıyla rapor için gelen çok sayıda ameliyat olmuş insanla karşılaştım, hepsinde çok büyük hayal kırıklığı vardı. Çünkü her ne kadar onlara “siz bu ameliyatla hiçbir zaman gerçek kadın veya erkek olamayacaksınız” dense de bunun ne anlama geldiğini anlamamışlardı. Ne anlamda? Hiçbir zaman üreyemeyeceksiniz. Penisinizdeki kavelyus kısmını içeri çekip size bir vajina yapıyoruz, siz bununla ilişkiye girersiniz erkeklerle ama çocuk doğuramazsınız. Aynı şekilde kadınken erkek olanlara da yapay penis yapıyorlar, işlevsel de olabiliyor ama onlar da bir kadını hamile bırakamıyorlar. Üreme bakımından kesik bir cinsiyet. Orada iletişim dediğimiz şeyin ne kadar yanıltıcı olduğu görünüyor. Her ne kadar bunlar insanlara sözlü olarak anlatılıyor ve yazılı olarak da okutuluyorsa da bir beklenti var ve bu beklenti gerçeklerle uyuşmuyor. Dolayısıyla hiçbir zaman olmuyor. Yani bu doğal bir durum değil.
Buraya geliş nedeniniz de çocukların iki gerçeğe uygun olarak büyütülmesi. 1- Aramızda kuşak farkı var, en pratik yansıması çocuğa büyükle aşık atamayacağını anlatmak. Özgür Willy sendromunun yaşandığı “demokratik” ailelerde şununla karşılaşıyoruz mesela. 3 yaşındaki çocuk da 30-40 yaşındaki anne-baba da eşit haklara sahip. Çocuk her konuya müdahil olabiliyor. Araba alınacak çocuk babasına “onu alma şunu al” diyebiliyor. Çocuk araba kullanmayacak, parasını vermeyecek, araba konusunda hiçbir bilgisi yok ama “baba Ferrari alalım” diyor. Ferrari reklamını görmüş çünkü. Burada da birçok reklamın çocuklara yönelik olmasının etkisi var. Hâlbuki çocukların kullanacağı ürünler değil bunlar, ama çocuğun anne-baba üzerinde müthiş bir etkisi var. Markete girildiği zaman deterjanda bile çocuk ayılı bir şey görmüş saldırıyor.
Çocukların aile içinde giderek zorbalaşmaları sistemin çok işine geliyor. Giderek çocuk ailenin tüketimini belirliyor. Tatile gidilecek, şunu yapalım, bunu yapalım… Bir süre sonra, çocuk biraz daha büyüdüğünde özellikle 13-14 yaşına gelince anne-baba kendi kişisel dertlerini paylaşıyor. Sanki arkadaşı gibi. Çocuk bıkmış annesinin babasının bilmem nesini dinlemekten ve bu çocuklar sonradan çok mutsuz oluyorlar. Bir süre sonra anne-babadan uzaklaşıyorlar ya da daha kötüsü uzakta tutmak için şiddet kullanıyor. Üstelik üst kültür grubunda ama uzak dur anlamında. Ben senin arkadaşın değilim. Ayrıca çocuklar anne-babadan arkadaşlık da beklemiyor ki.
Prof. Dr. Levent Kayaalp kimdir?
İstanbul St. Joseph Lisesi ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi mezunudur. Ruh Sağlığı Hastalıkları uzmanlığını da Cerrahpaşa’da yapmıştır. Fransa’da Lille Üniversitesi’nde Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi ihtisası, Paris Psikanaliz Enstütüsü’nde psikanaliz eğitimi vardır. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları anabilim dalını kurmuştur.
Söyleşinin önceki bölümü için tıklayın…