Kürtaj tartışmasının, insanların pek de ne dediklerini bilmeksizin, adeta can havliyle tepkilerini gösterdikleri bir atmosferde alevlendiği günlerde Sağlık Bakanı Recep Akdağ tecavüz sonucu doğan çocuklara eğer anneleri bakmak istemiyorsa devletin bakabileceğini söylemişti. Aslında demek istediği, “böyle bir durumda bile kürtaj şart değil, çocuk doğarsa sorumluluğunu devlet alır”dı. İki ucu vardı meselenin. Biri “devletin merhameti” meselesi. Akdağ bir yandan “devlet, rahme düşmüş her vatandaşı ile ilgili sorumluluk alır, iş oraya gelirse endişe etmeyin” diyordu. Akdağ’ın devlet gibi bir aygıtın sahip olduğu gücü ve bu gücün deklarasyonlarının hangi anlamlara gelebileceğini fark etmeksizin aynı cümleyle söylediği bir başka şeyse şuydu: “Tecavüz eden de sorumlu değil çocuktan (en iyi ihtimalle kendisi hapiste olacak zaten). Devlet tecavüz edenin çocukla ilgili sorumluluğunu da devralmasını bilir.” Tecavüz travmasına bir de başka hiçbir şeyle değilse bile hormonlarıyla bağlandığı çocuğundan ayrılma travmasını ekleyecek olmak düşünebileceği bir ayrıntı değildi Akdağ’ın. Onun için çocuk pazardan alınan bir nesne ya da kamuya ait herhangi bir doğal kaynak gibi istenen ya da istenmeyebilen, istenmediği durumda kendisine ilişkin hakların ya da sorumlulukların başkasına rahatlıkla devredilebileceği bir tür “araç”tı. Çünkü Akdağ, mesleği olan tıbbın bile değil, devletin diliyle konuşuyordu o esnada.
Nitekim mü’min bir arkadaşım “benim bedenim, benim kararım” sloganından rahatsızlığını kara mizah yoluyla dile getirmek isterken “o zaman tecavüz edenler de ‘benim bedenim, benim kararım’ desinler” demişti. Hemen ardından sildi bu yazdığını, muhtemelen anladı hangi anlamlara gelebileceğini ama devletin ettiği bir sözden arkadaşımla aynı hızda dönebilmesi kolay değil. Akdağ’ın açıklaması “devlet tecavüzün sponsoru mu olacak?” diye yorumlandı her ne kadar yorumda bir miktar aşırılık mevcutsa da…
Hepimizin unuttuğu şeyse devletin çocuk sahibi olmasının imkânsızlığıydı. Devlet çocuklara bakacak, böyle bir sorumluluğu üzerine alacak olsa bile onlara “çocuk” değil, birer “kamu harcama kalemi” ya da “kalkınma aracı” olarak bakardı. Çok geçmedi bunun bir örneğini gördük Urfa’daki bir yangının alevleri arasında.
16 Haziran gecesi önce Twitter’a düştü haber. Urfa Cezaevi’nde yangın çıkmış, 13 kişi hayatını kaybetmişti. Pek çok da yaralı vardı. İlk yarım saat boyunca haber cezaevinde bir isyan çıktığı yolundaydı. Hemen ardından devlet açıklama yapmaya başladı: “İsyan değil, kendi aralarında tartışmışlar, kavga etmişler, o yüzden yangın çıkmış.” Kulağa pek de doğru gelmemekle birlikte, bu açıklama önemli bir hakikati ortaya koyuyordu: Devlet “yaramaz” çocuklarının isyanını görmezden geliyordu. Daha da önemlisi kendisine yapılan itirazı, çocukların kendi aralarında kavga ettikleri şeklinde yorumlayarak ortaya çıkan manzarayla ilgili kendi sorumluluğunu reddediyordu.
Devletin “yaramaz” çocukları neden şikâyetçi olmuşlardı: Kapasitesinin 3 katı doldurulmuş yaşama alanlarına, yazın sıcağını, kışın soğuğunu göz önünde bulundurmaksızın çocuklarından her durumda haklarına rıza göstermelerini isteyen bakışına, adli hükümlülerle siyasileri aynı koğuşlara kapatıp çocuklarını birbirleriyle terbiye etmeye kalkışan kötücüllüğe… Devletin “görme” dediğini hepimize göstermek isteyen 13 kişi hayatını kaybetti. Resmi görevlilerin ve siyasi sorumluların “benim dediğimden başkası yalan” diyen ve içerdekilerin bedenine, dışardakilerin zihnine şekil vermek için adeta çaresizce katılaşmaya koyuldukları bir sürecin ardından, hemen iki gün sonra, meselenin istisnai olmadığı da anlaşıldı.
Urfa Cezaevi’nin çocuk koğuşuyla birlikte Adana, Osmaniye ve Antep cezaevlerinde de yangınlar çıktı. Şimdilik bildiğimiz 89 yaralı olduğu. Bu yangınlardan hemen önce AKP Genel Başkan Yardımcısı ve eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik bir açıklama yaptı NTV Ankara Temsilcisi Nilgün Balkaç’a. “Cezaevleri kapatılınca o il ve ilçelerden tepki geliyor. İnsanlar o cezaevlerini ekonomik potansiyel olarak görüyorlar.” Çelik’in açıklaması pek çok başka mecrada “cezaevlerinin ekonomiye getirisi var” şeklinde özetlendi. Tam olarak bir çarpıtma sayılmaz ama Hüseyin Çelik’in cezaevlerinin bulunduğu ilçe ve illerde yaşayanlara yüklediği “ekonomik getiri” beklentisi, medya tarafından devlete isnat edildi. Yanlış mıydı bu yorum? Hayır. Peki doğru muydu? Kısmen… Nereden kaynaklanıyordu eksikliği? Çelik’in cümlesi tam olarak okunduğunda ortaya çıkacak dehşeti görmezlikten gelmesinden.
Hüseyin Çelik haksız değil, cezaevlerine yerel halk bir tür ekonomik getiri beklentisiyle bakabilir. Zaten cezaevinin çıkış noktalarından biri de bu beklentidir. Devlet bizim tek tek hayattan beklentilerimizin ve taleplerimizin uzmanlaşmış ve bürokratikleşmiş ifadesinden başka bir şey değildir çünkü. Böyle halkın böyle devleti olur demek istemiyorum elbette. Ama aradaki bu simbiyotik ilişkiyi anlamadan da bütün bu hikâyenin neresinde olduğumuzu görmek kolay değil. Cezaevlerinden ekonomik beklentisi olanın yalnızca devlet olduğu hüsn-ü zannına kapılıp, o beklentinin devlette nasıl vücut bulduğunu görmezden gelmek naif değil ama sapına kadar popülist bir “masum halk” tasavvurundan öteye gitmiyor. Bu tasavvurun ötesine geçmek ise ciddi yüzleşme süreçleri gerektiriyor. Kolay mı? Değil. Ama bir yerden başlanabilir. Sorabiliriz: Biz çocuklar devlete nasıl bakıyoruz? Ona baktığımızda kendimizden ne buluyoruz?