Tarlabaşı mağdurları arasında bir söylenti çıkmış. Meğer Çalık Holding Tarlabaşı’nın üçte birini toprağın üstündekiler değil, altındakiler için almışmış. Çünkü gayrimüslimlerin 6-7 Eylül olaylarından sonra memleketlerini bırakıp kaçarlarken bıraktıkları altınlara el koymak istemiş. Bu yüzden aldığı parsellerin etrafını çevirmiş, harıl harıl hazine arıyormuş. Bu dedikoduyu yapan mağdurlar kendilerini Tarlabaşı’ndaki evlerinden ve açık konuşalım pek azımızın dahil olmak isteyebileceği gündelik hayat koşullarından değil, o altınlardan mahrum bırakıldıkları için mağdur hissediyorlar gibi görünüyor. Çünkü yıllarca devlet sırf onlar o altınları alamasınlar diye izin vermemiş evleri yıkmalarına. Tayyip Erdoğan da akrabalarına peşkeş çekmişmiş sonunda. Hikayede doğruluk payı olmaz mı, elbette var. Ama bu mağduriyet anlatısında, hikayenin doğruluk payı olan karanlık tarafına dahil olmamaktan kaynaklanan hüznü görmemek için kör olmak da lazım.
Bu hikaye göründüğünden çok şey anlatıyor, diyor ki: Bizim olmayan bir şehirde yaşıyoruz a dostlar. Bizim olmayan bu şehrin sakladığı hazineler aklımızı başımızdan alıyor, çıldırıyoruz. Çılgın bir şehirde yaşıyoruz…
Ali Ağaoğlu diye bir adam var biliyorsunuz. Ne hayal etse yapıyor. Hem o kadar sempatik, o kadar sempatik ki, hayallerini satmayı da beceriyor. Köşesinde bir arazi edindiği ormanın tamamını muhtemel müşterilerine pazarlıyor. Çılgınlıkta onunla yarışan, onun hayallerinden bir dilim koparıp tadına bakmak isteyen bir takım adamlar ve kadınlar kuyruklara girip varlarını yoklarını Ağaoğlu’nun hayallerine yatırıyor… Ağaoğlu’nun reklam filmi bana Juan Goytisolo’nun Marxların Öyküsü adlı muhteşem kitabındaki bir dilenci sahnesini hatırlatıyor. Kitap elimin altında olmadığı için yarım yamalak söylemiş olacağım ama kabaca adam bir trendeki yolculara “cebinizdeki parayı istiyorum, hem de son kuruşuna kadar, onunla hayallerimi gerçekleştireceğim ve sizin de nihayet bir gün benim de hayallerim gerçekleşebilir diyebileceğiniz bir umudunuz olacak” diyordu… Yemin ederim, çılgın bir şehirde yaşıyoruz…
Şu anda İstanbul’daki konut fazlasının 400 ile 600 bin arasında olduğu sanılıyor. Her gün kaç yeni evin pazara çıktığını bilemiyoruz. Bu arada artık evinizi Paypal’le ödeyip, içini, çevresini şöyle bir görmeden satın alabileceğiniz düzenekler kuruldu bile. İki tuğlayı üst üste koyarak kentsel dönüşüm yapacağını söyleyen Karadenizli müteahhitler kenti dönüştürmenin kendilerine düşen bir sosyal sorumluluk olduğunu iddia ediyor. Yemin ederim kafayı yedik!
Birkaç ay önce bir yasa çıktı. Kısaca Afet Yasası diye biliyoruz onu, uzun adı “Afet Riski Altındaki Yapı ve Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun”… Kabaca şehir, imar faaliyetleri ve şehirleri çevreleyen doğayla ilgili bildiğimiz bütün yasaları ortadan kaldırıp, Bakanlar Kurulu denilen yürütme organının yetkilerini yatak odalarımıza kadar genişleten bir yasa olarak tarif edebiliriz. Yasa diliyle konuşan Bakanlar Kurulu diyor ki “Karar verdik, evlerinizi yenileyeceğiz. Paranızı sizin ödeyeceğiniz adamlara binanızın riskli olup olmadığını kontrol ettireceğiz. Haliyle riskli çıkacak. O zaman evinizi bir müteahhite verip kiraya çıkmanızı isteyeceğiz. Hemfikir olmazsanız kamulaştıracağız binanızı, sizi de başka bir yere göndereceğiz. Sonra evinizin yerine kocaman bir bina dikip onu size bir kez daha satacağız.”
İstanbul’u bir heyecan dalgası sardı bu yasayla. Amanın herkesler o biçim piyasa kurdu oldu. Bire beş verecek bir yatırım gözüyle bakıyor insanlar bu hikayeye, sanki İstanbul’un taşı toprağı nihayet sahiden altına kesti… Yıkalım, yıkalım, yıkalım çığlıkları atıyor çılgınlar sokaklarda… Evlerinin yerine yapılacak yeni binaya bakanlar “Ben burayı satar, başka yerde üç ev alır, birinde oturur, ikisini kiraya verir, gül gibi geçinip giderim” hesapları yapıyor. Herkesin aynı hesabı yaptığı, başka türlü hayal kurmayı beceremediği bir şehirde bu çılgın hayallerin kafa kafaya çarpışmasından ortaya çıkabilecek kurban pazarı sahnesinde kimin koyun, kimin kasap olacağını kimse sormuyor.
Böyle olunca ben de mevzuya kendi çılgın hayallerimle katkıda bulunmak istedim. İlham kaynağımın biraz Ağaoğlu, biraz Tayyip Erdoğan, biraz da JetFadıl lakaplı Fadıl Akgündüz olduğunu itiraf ediyorum. Hani bir gün hayallerimin intihal oldukları iddiasıyla suçlanırsam, daha o zaman dediydim demek istiyorum…
Baktım İstanbul’a şöyle bir yolunda gitmeyen bazı şeyler gördüm. Malum-u aliniz Topkapı Sarayı üzerinde bulunduğu araziye yatay olarak yerleştirilmiş bir eser. Yalnızca denizden görülebiliyor o da ağaçların izin verdiği kadarıyla. Ayrıca İstanbul’un hiçbir yerinden görülemiyor. Dahası insanlar trafik ve iş koşturmacası yüzünden Topkapı Sarayı’nı görmeye gelemiyorlar. Geldiklerinde de müzeyi gezip asıl parayı bırakacak olan turistlerin işlerini zorlaştırıyorlar.
Diyorum ki Gülhane Parkı’ndaki ve sarayın bahçesindeki ağaçları kessek. Sarayı alıp olduğu gibi başka bir yere koysak. Sarayburnu’na Avrupa’nın en yüksek gökdelenini yapsak. Gökdelen elbette lale formunda olmalı. Sonra üstüne Topkapı Sarayı’nı çıkartıp koysak. Hem ecdadın ihtişamı her yerden görünmüş olur, hem de yukarıda sözünü ettiğim bütün sorunlar ortadan kalkar.
Ayrıca Topkapı Sarayı’na en yakın AVM’nin birkaç kilometre uzakta olması da büyük problem. Kapalıçarşı esnafını da alıp, sarayı tepesine çıkarttığımız gökdelene yerleştirsek, böylece dünyanın en yeni tarihi çarşısına da sahip oluruz. Kapalıçarşı’da boşalacak dükkanları da elden geçirip film şirketlerine kiralarız, istedikleri tarih filmini çekerler.
Gördünüz mü, bir taşla kaç kuş vuracağız. Zaten taşlarımızı boşa harcamamalıyız. Herkes kazanmalı bu dönüşümden. Ecdadın ruhunu şad ederken, biz de ceplerimizi doldurmalıyız. Madem bu tarih, bu ihtişam bize kalan bir mirastır, onu layıkıyla değerlendirmeliyiz…
Aynı uygulama, Ayasofya hariç bütün selatin camiileri için yapılabilir. Süleymaniye’yi, Fatih Camii’ni, Sultan Ahmet’i görmek için bulundukları mevkiye kadar gitmek bu çağda çok anlamsız. Şehrin her bir ucundan bu eserler bir bakışta görülebilmeli. Hem böylece insanlarımızda İstanbulluluk bilinci de gelişmiş olur. İnsanlar kendilerini İstanbul’un kıyısında köşesinde hissetmekten kurtulur, şehirli kimliğine kavuşur, daha bir medeni davranmaya motive olur. Di mi ama!
Hemen söyleyeyim olur da hükümet benim bu çılgın projemi hayata geçirmeye kalkışırsa telif hakkımı isterim. Hükümet dediğin korsan iş yapmaz, hakkım neyse verecek…
Bu önerim çılgınlara idi… Aklı olanlara başka bir önerim var: Bulduğunuz ilk fırsatta terk edin şehri. Aksi halde son derece bulaşıcı olan çılgınlığa siz de yakalanabilirsiniz…