Oğlum için anaokulu aramaya başlayınca kendi anılarım zihnimde uçuşmaya başladı. Daha anaokulunun bahçesine girmeden gerildim. Kapısından girmemek, hatta orada olmamak için hasta olmayı, işim çıkmasını isteyecek, bu okul işini benim dışımda birinin halletmesini bekleyecek kadar hem de.

Daha kundaktayken kreşe, sonrasında anaokuluna ve 5,5 yaşında da ilkokula başladım. Çalışan bir annenin çocuğuyum. Üstelik bize (benden bir yaş büyük ablamla bana) bakabilecek aile fertlerinden uzakta yaşıyorduk. Annem ev ekonomisine katkı olsun diye tutması gerekenden daha fazla nöbet tutan bir hemşire idi. Babam zaten gece geç geliyordu, varlığıyla yokluğu birdi.

***

Kreşte ablam merdivenlerden annemin ayaklarının dibine yuvarlanıyor ama annem ağzını açıp kimseye bir şey diyemiyor. “Aman” diyip kızına bile koşamıyor… Sonra ablam anaokuluna geçiyor ben kreşe devam ediyorum. Ablamla annem beni almaya geldiklerinde ablam içeri giremiyor. Belli ki ters giden bir şeyler var. Orada mutsuz olmuş. Sonra bir ara bakıcı bakıyor bize. Kronolojik sırasını hatırlamıyorum. Belki bazen okul ve bakıcı aynı anda olmuştur. Bakıcıda ablamla bir pufun üstünde oturuyoruz. “Ayağa kalkmak, gürültü etmek yok!” diyor bize bakıcı teyze. Elimizde oyuncak namına bir tarak. Tarak yere düşüyor, alamıyoruz, isteyemiyoruz. Dışarı çıkmışız, bakıcının evinin karşısında bir salıncak. Ablamla sallanacağız. Önce ben binmişim. Mahallenin delisi geliyor. Beni çok hızlı sallıyor. “Abla” diye bağırıyorum. Ablam benden büyük, o beni korur kollar… Düşüyorum, çenem saniyeler içinde mosmor oluyor, kırık var… Sonra annemin kucağındayım…

Bir dönem oluyor, ablamla isyan bayrağını çekiyoruz, “Biz evde kalalım, vallahi uslu duracağız anne.” Annem kabul ediyor. Ben 4 yaşındayım, ablam 5. Evde ikimiziz. Karşı komşuya emanetiz. Ama o alıp evinde bakamıyor bize. Çünkü kocası, “karısı çocuk bakıyor” dedirtmek istemiyor. Necla Teyze’mizi çok seviyoruz. Bizi kontrol ediyor. Bize börek yapıyor. Yıllarca adına Necla Teyze Böreği dediğimiz bir börek. Bütün çocukları eve dolduruyoruz. Ev bazen kum doluyor. Bazen sular sel oluyor. Buzdolabı her daim açık büfe hizmeti veriyor. Ama mutluyuz, hayatımın en mutlu dönemi belki de.

Sonra ilkokul başlıyor. Küçük bir taşra şehrindeyiz. Herkesin herkesi tanıdığı bir ortam… Ben öğretmenimin özel durumu nedeniyle her daim öğlenciyim. İlk sınıfı hatırlamıyorum. Ama sonrasında ablamın sabahçı olmasıyla, evde tek başıma kalıyorum. Yani bu sefer ablam, koruyucu kollayıcım da yok. Susam Sokağı’nı izliyor, soğuk kahvaltımı yapıyor, eğer kışsa, camda buğu olmuşsa, perdeyi aralayıp o buğuya “Anne seni seviyorum” yazıp, saçlarımı bağlayamadan okula doğru yol alıyorum. Servis diye bir şey yok, yürüyerek gidip geliyorum. Bir sene, nedense okuldaki folklor grubuna yazılıyorum. Bir tacım var, toka olarak sadece taç takmayı biliyorum. Ama olmuyor olmuyor. Hareketleri yaparken o taç sürekli düşüyor. Saçlarım karışıyor, bir türlü yeterli performansı gösteremiyorum. Öğretmenim dayanamıyor; “Annene söyle saçlarını bağlasın” diyor. Çıkıyorum folklar grubundan, saçlarım yine açık. Saç nasıl bağlanır bilmiyorum.

Yaz tatili geliyor, annemlerin yıllık izin hakkı maksimum bir ay. Memlekete gidiyoruz. Bir ay birlikte kalıyoruz. Sonraki iki ay ise annemle babam gidiyor. Ben iki ay boyunca ağlıyorum, annem burnumda tütüyor. Özlüyorum, çok özlüyorum. Ablamsa daha soğukkanlı. Çünkü ben ona emanetim. Bana oyunlar oynatıyor, o hiç ağlamıyor. Öyle ki bazen annemler beni gelip alıyorlar, o orda tek kalıyor…

Buradan, 30 yaşımdan, anne halimden o dönemlere bakıyorum da… 4 yaşında evde tek başına bırakmak. İki ay boyunca anneannede bırakmak. Kreşte-anaokulunda olan bitene ses çıkaramamak (seçenek kısıtlı, kötü olmamak lazım). Okula tek başına gidip gelmek vs vs. Kâbus gibi. Hayal dahi edemeyeceğimiz, asla yapamayacağımız şeyler. Bir anne bunları nasıl yapar denilecek şeyler belki de kimilerine göre. Ben de öyle düşünmüş olmalıyım ki; tüm çocukluk dönemim boyunca annemin çalışmasını istemedim. O dönem küçük şehirlerde yaşamamızın ve buralarda çocukların çoğunun annelerinin çalışmıyor oluşunun da etkisi vardı bu hislerimde. “Kimsenin annesi çalışmıyor, sen de çalışma!” Bunu belki yüzlerce kez söyledim anneme. Ona çok düşkündüm. Nihayet ben lisedeyken annem emekli olduğunda, okuldan geldiğimde sıcak bir yemek yemenin, kapı açıldığında o evi ev yapan şeylerden biri olan yemek kokusunun ne demek olduğunu öğrendim.

Bunları anlatmaya başlayınca ister istemez böyle dramatik bir anlatı ortaya çıkıyor. İçimde bir yerlerde hep bir şeyler yarım, bir şeyler eksik duygusu hâkim oluyor. Bu duygudan kopamıyorum, tabii bunda annemin ve babamın ağır çalışma koşulları da etkili olmuştur. Daha esnek çalışma koşulları olsaydı, bu kadar travmatik bulmazdım o süreçleri. O yaşanılan basit olaylar bir anaokulu ziyaretinde hemen zihnimin kuytu köşelerinden çıkamazlardı.

***

Benim oğlum 4 yaşını biraz geçti, yaklaşık 3 yıldır anneanne, dede, teyze bakımı altında. Tam bir sevgi yumağı içinde, bildiğiniz pamuklar arasında büyütüldü. Annem her türlü imkânlarını zorlayarak, Efe’nin kreşe gitmesini istemedi. Tüm bunlara, bildiği, güven duyduğu bir ortamda olmasına rağmen Efe de memnuniyetsizliğini bazen direkt “Bugün niye iş günü?” diye çıkışarak, bazense dolaylı olarak dile getirdi. Sabahları ayakkabısını giyerken, hiçbir sebep yokken gerilerek ve bir anda hıçkıra hıçkıra ağlayarak aslında evde, yanımızda kalmak istediğini belli etti. Her gün sabah “Bugün tatil mi?” diye sorarak, hafta sonunu dört gözle beklediğini hissettirdi.

Ben anneme ne yapıyorsam, Efe de onu bana yaptı, yapıyor. İstemiyor çalışmamı. Onun için daha iyi elbisenin, daha çok oyuncağın bir önemi yok, olmayacak da. Biliyorum ama maddi olarak daha iyi imkânlarım olsaydı, istifa eder miydim, çalışmaz mıydım? Bu sorunun cevabı hep hayır oluyor.