Taksim Platformu ile ilk olarak 4 Kasım’daki Taksim eylemlerinde tanıştım. Tabii ki çok sıkıcıydı herşey. İki konuşma dinledik. Birisi harikaydı. Mevzunun ne biçim herkesi ilgilendirdiğini ve asla siyasi olmadığını, olmaması gerektiğini anlatıyordu. Diğeri konuşmasını onu yalanlamak üzerine kurmuştu. Simitçinin, yoldan geçenlerin ürkek bakışlarla izlediği, pek sesi çıkmayan bir caz grubu vardı. İstanbul’un en kalabalık yollarından birisinde caz grubu dahil 30 eylemci filan toplanabilmişti. Ve ben yine sirk hayvanı gibi hissediyordum kendimi. Bu kadar haklıyken bu kadar her bakımdan cılız eylemlerde yadırganmak hep içime sıkıntılar bastırmıştır.
Caz mırıltıları eşliğinde 30 kişiye konuşan ve yoldan geçenleri bile dinleyiciye çeviremeyen, yanındakinin dikkatini toplamaktan uzak, Kılıçdaroğlu tarzında “mızıldanan” konuşmacı, halk adına halka hitap ettiğini düşünüyordu. Kendi hâline bakmadan AKP’yi halktan kopuk olmakla suçluyordu.
Bundan sonra platformun konuşmak, anlaşmak, dil birliğine ulaşmak, yaratıcı planlar yapmak için 7 ayı vardı. Bu 7 ayda benim görebildiğim sticker filan bastırıldı.
Taksim Platformu, uzaktan göründüğü kadarıyla bütünü münevver, iyi niyetli, yaratıcı ve akıllı insanlardan oluşuyor. Lakin ne hikmetse bu insanlar platform haline gelince bütün bunlardan eser kalmıyor. Yaratıcılık, zeka, işlevsellik, hızlı manevra; ilk ihtiyaç duydukları şeylerden uzaklaşıveriyorlar.
İyi niyetle peynir gemisi yürümüyor. Konuşmayı, metin üretmeyi, fikir üretmeyi beceremediler. Gezi’deki kitlenin her bakımdan çok gerisindelerdi. Önlerine mikrofon çıkınca konuşamıyorlardı. Kendilerini insanlara, “geri kalanlara” anlatma fırsatlarının hepsini ıskaladılar.
Şu süreci Çarşı kadar yönetemediler. Tek bir yaratıcı harekette bulunamadılar. Sosyal Medya hesaplarını bile düzgün kullanamadılar.
Üstelik sınırsız kaliteli insan gücüne; zeka, iyi niyet, yaratıcılık ve bir işe yaramak için yırtınan yığınlara rağmen.
Bunu sadece Taksim Platformu için söylemiyorum. Kürtler ve müslümanlar hariç Türkiye’de bir aradaki insan sayısı 3’ü geçince genellikle kendisini oluşturanların herhangi birisinin dahi gerisine düşmeyi becerebiliyorlar; -dı. 31 Mayıs’a kadar.
DİSK, KESK, TTB, TMMOB ve Diş Hekimleri Odası 17 Haziran’da iş bıraktı ve meydanlara çıktı.
Düşünsenize her şey başladıktan, zirve yaptıktan, stabil hale geldikten ve nihayet eve dönüldükten sonra. Haftalardır akılları neredeydi?
Aynı gün bir adam sadece “durdu”. Bir tek duran adamın yüzbinlerce üyeli, örgütlü, gelenekli kuruluşlardan daha etkili olması çok şey anlatıyor hepimize.
31 Mayıs’ta DİSK bir zahmet kumanya getirmiş ve toplam 3 (ÜÇ) kişiyle Gezi’ye destek vermişti. Gerisinden de ses yoktu. Vardıysa da yüksek ses yoktu.
O hafta Genel Grev kararı çıkarabilselerdi her şey çok farklı olurdu.
Ama bu memleketin muhalefet “şirketleri” genellikle olduğu gibi bu sefer de en işe yaramaz formatı bulup masanın üzerine koydular. Üyelerine ecir sabır diliyorum.
Bize düşen hep olduğu gibi “çaresizlikden desteklemek”. Kendilerinin değil üyelerinin yanında olmak için.
31 Mayıs’ta zirve yapan Gezi Parkı direnişinin bence asıl (ve iç serinletici) marifeti o güne kadarki bütün muhalefet enstrümanlarını, muhalefete dair teşekkülleri, kurum ve kuruluşları feshetmiş olmasıdır. Kendilerinin haberi yok sadece henüz. Tabii yine Kürtleri ve müslümanları ayırarak söylüyorum.
Gerçekten de daha fazla bu şekilde süremezdi. Bir haberin dakikalarla yurt sathına yayılabildiği bir hayata ulaştık. Buna rağmen sokaklarda yeni slogan bile üretilemiyordu. Laflar, grafikler, bildiriler, talepler, şarkılar küçük denemeler haricinde geçen yüzyıla aitti. Misal birbirinin bütünüyle zıddı DSİP ve TKP, renkleri grafikleri kişi sayısından fazla bayrakları ve yaygaralarıyla yoldan yürüyen adam için bütünüyle aynı şey olarak görünüyordu.
Hepsi için yayılma faaliyeti de her ele geçirdiğine sıkıcı cümlelerle propoganda yapmaktan ibaretti. Hayalperestlikler de mizaha varabiliyordu. Son 1 Mayıs’ta Şişli Etfal’de biber gazından hemen önce 30 saniye kadar bağırarak propoganda yapan militan çocuk, gaz dağılınca taş atmak için tekrar geldiğinde kitleye hala bilinçlenmediği için sinirlenebiliyordu.
Sol, memleket siyasi hayatında yaprak kımıldatılamıyordu.
Ya o 1 Mayıs’lar? Uyuz şan denemeli şarkılar, dünyanın en sıkıcı ve mızık mızık konuşmaları…
Sanki herşey muhalefeti işe yaramaz, sıkıcı ve düşük zekalı göstermek üzerine kuruluydu. Asla güven veremiyordu. Asla ilgi çekemiyordu. Dünyanın en eğlenceli fıkralarını müthiş sıkıcı hale getirip anlatan insanlar gibi iş yapıyorlardı. Memleketin en önemli olaylarını gündemin kenarına bile iliştiremiyordu kimse.
Yoldan geçenlerin ürkek bakışları arasında kısık sesli ve şiirsiz, işlevsiz ve neredeyse hiç bir zaman işe yaramamış sloganlar atmaktan sıkılmaz mı insan? Bir türlü sıkılmıyor, üstelik birbirlerine laf yetiştirmekten geri de kalmıyorlardı. Gezi’nin müthiş aktivisti, hepimizin gururu Sırrı Süreyya dahi ilk meclis aylarını solculara laf yetiştirmekle geçirdi.
Hedefler anlamsızca yukarıdaydı. İnsan narkotik katkı olmadan nasıl olur da on yıllar boyunca yakında devrim olabilirmiş gibi davranabilir? Hem de bir arpa boyu yol alamamışken ve nümayişlere “kahveden arkadaşlar” kalabalığını ancak toplayabilmişken.
Sol partilerin çoğu seçmenini isim isim tanıyor memlekette.
Gezi’nin harika çocukları bunu da kalp kırmadan ve kendiliğinden öğrettiler. “Tek Yol Devrim” yazısının altına Fırat klasiği “Dinimiz Amin” bir kere iliştirildi mi artık devrim retoriğini değiştirmek şart olmuştur.
ÖDP’nin Gezi’nin ortasına açılmış koca pankartı: “Bu pisliği devrim temizler” de keza bir Fırat karikatürü gibi duruyordu. Bırakın erken seçimi Tayyip Erdoğan dışında insan adı geçmemişken neyi deviriyorsun? ÖDP’nin olmayacak duaya amin demesini eski alışkanlıklarına bağlayabiliriz. Ama o sonrası muğlak, örnekleri de başarısız olan devrim teşebbüsüne ilk karşı çıkacakların o parktakiler olacağını tahmin edemiyorlar mı?
Allahtan eski usul solcular Park içinde durumu bir miktar anladılar. Tabii onyıllardır atılan sloganları bir kaç haftada terk etmek kolay değil. Lakin hayatı boyunca küçümsediği, “bilinçlendirmeye” cebindeki mutlak ve nihai bilgiyi iletmeye çalıştığı, her fırsatta slogan atıp eğitim “verdiği” küçük burjuva bebelerinin bir anda gerisinde kalması çok güzel oldu.
Çünkü sinirlendirmedi bu durum onları. Çocuklar park sathında örgütlenmiş temizliklerini yapıp kahvaltılarını hazırlarlarken devrimci çadırlarda küçük gruplar sürekli önemli toplantılar yapıyorlardı. Çocukları asla “önemli toplantılar” yaparken görmedim. Birbirini tanımayan çocuklar kendiliğinden işbölümleri yapıyor, iyi niyetin iyi örgütlenme için yetebileceğini gösteriyorlardı.
Örgütlenme demişken, sıkça rastlanılan, yine naif devrimcilerin astığı “Örgütlü toplum” methiyeleri de pek mizahiydi. Onyıllardır örgütlene örgütlene bir hal olmuş örgütler sürekli toplantı yapıyor, gelişigüzel bir araya gelmiş “bebeler” müthiş organize hareket ediyorlardı. Ve o örgütler bu bebelere örgütlenme anlatıyorlardı. Mizahtı tabii.
Çadırlarda ellerinde Gaviscon ve sprey boyayla bir yaratıcılık ve direniş abidesi olan çıtır kuşak o kadar sempatik, nazik, eğlenceli ve kucaklayıcıydı ki, bizimkiler de “ortama girdiler”. İlk günler ciddi işlere eğildiklerinden temizlik yahut eğlence fasıllarına (halay hariç) pek takılmıyorlardı. Okul değiştirmiş ergen gibi her geçen gün bir miktar daha araziye uyum sağladılar.
Kemalistler, Mustafa Kemal’in ve Mustafa Keser’in askerleri
Gezi Parkı hepimize bir şeyler öğretti hiç kuşkusuz. Misal bendeki bayrak allerjisini azalttı.
Çok fazla Türk bayrağı vardı. Basitçe her köşede bayrak satıldığı ve direnişin bayraklaşacak bir grafiği olmadığı için bu kadar çoktu. Ancak o bayrakları taşıyanların büyük çoğunlu milliyetçi saiklerle hareket etmiyor, Kürtlerle yarenlik ediyor, Hrant Dink caddesinden gururla yürüyorlardı.
Mustafa Kemal’in askerleri ustaca bir atraksiyonla (sürekli elindeki mendile de atıfla) Mustafa Keser’in askerleri olunca ırkçı kemalistler kendilerine bir çeki düzen verdiler tutunabilmek için. Hatta parkta mahçup dolanan bu ürkütücü Kemalistler İstiklal Caddesi’nde filan açıldılar. Oralarda megafondan davudi seslerle ürkütücü propagandalar yapıp arkaik Kemalist türküler çaldılar. Park içinde sadece Cumartesi öğlenleri filan olan “Halk günü”nde biraz insan içine çıktılar.
Ve işin en sevindirici yanı genel olarak Kemalistler de bunlara tuhaf bir sergi eserine bakıyormuş gibi baktılar.
Kemalistler gazla, muhalefetle, kürtlerle, müslümanlarla tanıştı. Kendini ifade etmesi gerekti hepsinin. Ve büyük bir özen ve hoşgörüyle ifade ettiler kendilerini. Herkesi kucaklayarak.
Apo resmi altında oturan iki kemalistin konuşmasından: “Bak bebek katilinin resminin altında oturuyoruz / Boşversene şimdi bize neler neler diyorlardır kimbilir.”
Bir çok Kemalist Gezi’deki hayatını büyük bir içtenlikle Kürtlere, azınlıklara ve müslümanlara ne biçim hoşgörülü olduğunu, onları dışlayarak ne biçim ayıp edildiğini göstermeye çalışarak geçirdi.
Medya
Medyaya güvenen pek kimse zaten yoktu. Yapılan bütün kamuoyu araştırmalarında onyıllardır en güvenilmez kurumlar arasında çıkıyordu.
Ama tabii bilmekle görmek başka bir şey. Bu sefer bu güvenilmezliğin hayatlarına ne biçim değdiğini gördü herkes. En güzel ayarı medya yedi. Rezil rüsva oldular.
Bir de medya sayesinde alem dış mihrak gördü bol bol. Yabancı medya direnişçilerin, yerli olanı ise polisin yanından yayın yapıyordu.
Şurada ilk üç dört günde yaşananı âdice ve penguenlerle filan saklayan medyanın kimbilir 30 yıldır Kürtlere yapılanı ne biçim sakladığına dair binlerce tweet atıldı. Habertürk’ün, NTV’nin önünde yapılan protestolar olması gerektiği gibiydi, hem yaratıcı hem işlevsel.
NTV kendisini bütün dünyaya rezil etti ve BBC ile ortaklığı rafa kaldırıldı. Buna yol açan BBC programında Ahmet Yeşiltepe’nin utanmazca kıvırmasını, Divan Oteli’nin önünde “Bir takım marjinal gruplar” diye sabuklarken tokadı yiyen Habertürk muhabirinin filan yeri ayrıca kalbimizde tabii.
Meydanda bir kavramsal sanat eseri gibi duran, durduğu yere pek yakışan ve her gün üzerine yapılanlarla yeni bir görünüm kazanan NTV’nin harap olmuş canlı yayın aracı günlerce hiç bir barikata taşınmadı. Taksim meydanını gerçek bir şehir müzesi haline getiren unsurlardan birisi olan bu arabayı polis çekerken içim burkuldu ister istemez.
Militer devrimciler
Berbatlardı. Hakikaten berbatlardı.
Defalarca polisle aralarında insan zinciri oluşturduk.
Attıkları üç tane taş bir halta yaramıyordu. Ama karşılığında ortalık gaza boğuluyordu. Bunu bir türlü anlatamadık. Anlatmaya gittiğimizde, her seferinde bir 30 saniye kadar bizi bilinçlendirmeye çalıştılar. Sonra fırça attılar, derken tehdit ettiler. Her seferinde bu, bu sırayla oldu. Hadi 30 saniyelik propagandalarından medet umuyorlardı ki yapıyorlardı. Ama aradan çekilirsek “halledeceklerinin” ne olduğunu bir türlü anlatamıyorlardı.
Onlara memleket tarihinin en görkemli halk hareketini halk adına sabote etmeye hakları olmadığını anlatmaya çalıştık. “Şunlar bir gitsin hele görüşeceğiz” dediler. Defalarca. Allahtan -en azından benim bulunduğum zamanlarda- bir görüşme olmadı. Seyrek olarak biz atarlanınca da geri adım attılar neyse ki. Ne de olsa bilinçsiz küçük burjuvalardık ve zaman zaman hırçınlaşsak da bizi kurtaracaklardı.
Genç Siviller
Türkiye’deki en yaratıcı eylemlere imza atan Genç Siviller’in gençliği ve sivilliğinin ne kadar sınırları kalın olduğunu böylece gördük. Türkiye’nin en genç ve en sivil halk hareketini televizyondan seyrederek onlar da fesih ilanını vermiş oldular. 10 gün kadar sonra naif bir mektupla “bizim babamız olma başbakanımız ol sadece” diye bir ince serzenişe yeltenmişlerse de kurtarmadı tabii.
Bir birleştirici unsur olarak başbakan
Bu soru çok soruldu, ben de kendimi alamıyorum. Neden direnişten hiç kimse İstanbul Valisi’nin, Belediye Başkanı’nın, İstanbul Emniyet Müdürü’nün, TBMM başkanının yahut Cumhurbaşkanı’nın adını anmadı?
Mustafa Keser’i saymaz isek Gezi Parkı’nın tek ünlüsü Tayyip Erdoğan’dı.
Kediler yüksek bir yerden düştüklerinde yaşadıkları şaşkınlık acılarını bastırır: “Ben kediyim nasıl düşerim yahu?” Başbakan da bu çeşit bir şaşkınlığın etkisinde. “Ben Tayyip Erdoğan’ım. Ne yaptıysam, halkım için yaptım. Bütün bunlar nasıl başıma gelebilir?”
Tabii, insan yıllar boyu Muharrem İnce’nin Kılıçdaroğlu’nun muhalefetine alışınca bir rehavet çöküyor. Aydınlıkçılar, ulusalcılar filan bunun için varlar. Kesintisiz, izansız, açıklamasız, yaratıcılığa uzak ve tabii kolay başa çıkılabilir, kolay yönetilebilir bir nefret ile bu vakte kadar başbakanın ekmeğini yağla doldurdular…
Bu perspektiften bakınca başbakandan nefret edebilecek insan türü ya CHP’lidir yahut kafayı yemiş. Hatta başbakan için bu ikisi aynı şeyi anlatıyor olabilir.
Erdoğan belli ki koyuyor ayranını masaya, düşünüyor. Bir türlü aklı almıyor. Türkiye’de CHP’li olmayan, Enver Paşa’yı umursamayan, İnönü’yü bir stadyum olarak tanıyan, kendisine muhalif, cesur ve yaratıcı bir insan formu bulunduğuna inanamıyor.
Üstelik kendi mükemmel iktidarında büyümüş.
Tefekkür için Afrika’ya gitti. Makul bir açıklama bulamadı. #direnafrika
Kim bunlar? Nereden geldiler? Oy kullanamayan bir Kemal Kılıçdaroğlu toparlamış olamaz. Devlet Bahçeli aritmetiğinin işlemediği de kesin.
Hal böyleyken tedirginliğini gergin sinirlerini belli etti. Ama sonra parmak hesabıyla ulaştığı sonuç bütünüyle sandık üzerineydi.
Yolu sandığa çıkarınca anlamaya da çok uğraşmadı.
Haklı da. Muhalefetin CHP-MHP düzeyinde olduğu bir memlekette yeni bir muhalefeti tanımlamak onun işi olabilir mi? Başına dert mi alsın? Gelsin bakalım sandık cini.
Bu durumda başbakan yapabileceği tek şeyi yapıyor. Sandığa gelin diyor.
Eh, mevcudiyetinin yegane temelini, yani iktidarını risk altında görmemesi tek rahatlatan şey oldu onu. Sifonu çeken çöpünü toplayan bir kalabalık en fazla boykot eder sonuçta.
Alay ederek “Oraya AVM yapılacak, üç beş çapulcuyu dinleyecek halimiz yok” noktasından “Oraya zaten AVM yapmayacağız, uygun da değil” noktasına gelmişti. Sonra “E halka soralım”a derken “yargı kararını bekleyelim”e kadar geriledi. Bir başbakanın hukuk noktasına gelmesi, en azından geldiğini söylemesi için 30 milyon liralık gaz bombası, binlerce yaralı, yüzlerce uzuv kaybı, 4 ölü gerekti. Üstelik yerel yönetim düzeyinde 20 dakikada halledilebilecek iken mesele.
O 1 Mayısta birkaç saatliğine vermeye kıyamadığı Taksim haftalarca işgal altında kaldı.
Başbakana tabii ki teşekkür borçluyuz. PR ajansı tutsak bu kadar becerikli olamazdık. Sağolsun çapulcu dedi, laf sözlüklere, ansiklopedilere geçti. Yabancı basın sadece bu kelime üzerine programlar yaptı.
Varoş çocukları, sokak çocukları, evsizler, Nişantaşı bebeleri, Atatürkçüler, eski usul solcular hepsini yaklaştırdı birbirine.
Çok kullanılan bir duvar yazısından esinlenerek: “Bu başbakan bir harika dostum”.
Nihayet bir alt-kültür olarak çıtır gençlik
Türkiye’de bırakın gençlik politikalarını gençlere dönük planlanmış, hazırlanmış yaşama alanları dahi olmadı. Gençlik, hep yetişkin hayatına iliştirilmiş bir insan kaynağı yahut eksik insan muamelesi gördü.
Gençlik politikalarının olmayışının bizatihi bir politika, amacının da gençlere siyasi hayatı, muktedirlerin dünyasını kapatmak olduğu değerlendirmelerine kalpten katılıyorum.
Bu bütün zamanların en berbat politikalarının da derin katkılarıyla özerk bir gençlik alt-kültüründen söz etmek pek mümkün olamadı..
Bu ülkede yaratıcı alt-kültürler oluşturma teşebbüsünde olan gençlik; misal hip-hopçular, heavy metalciler, punklar, kaykaycılar; gündüzü âsilik içinde geçirirken gece anne babalarıyla TV karşısında dizi seyredip çekirdek çitlediler.
Kimsenin çocuğu sigara yahut esrar içmiyor, içki çok seyrek içiyor, evlenmeden sevişmiyordu. Bunları yapanlar hep komşunun çocukları idi.
Bu değişiyor şimdi. Sanırım Gezi Parkı ile birlikte kendini gösteren kuşak kısmen özerk bir yapıya bürünmüştü, bu süreç hızlandı işte. Artık pek çok şey farklı olacaktır. En başta edebiyatımız, müziğimiz, resmimiz daha güzel olacak demektir bu. ABD gençliğinin 1950’lerde yaşadığını biz şimdi yaşıyoruz. Olsun, buna da şükür.
Yörük Kurtaran bir panelde Bilgi Üniversitesi’nde yaptıkları çalışmadan yola çıkarak yeni gençliğin -çıtır gençlik dediğim benim, bundan önceki bütün kuşaklardan farklı olarak politikayla bir politik tercih olarak ilgilenmediklerini; “tanıyorlar, biliyorlar, ilginç bir şey bulamadıkları için ilgilenmiyorlar” demişti.
Yörük’ün bu söylediklerinin doğruluğu Taksim olaylarında göründü. Hayatlarına dokunuldu mu neler yapabileceklerini, ne kadar politik olabileceklerini bütün dünyaya gösterdiler.
—-
Sokak iktidara ilk defa ayar verdi. Ben onyıllardır mağlubiyete, sokaktan düşmüş bir yüzle eve dönmeye alışmış birisi olarak olup bitenin pek azını zafer ilan etmeye hazırdım baştan beri.
Ama: Ahmet Misbah’ın o boş, bezmiş, bitmiş bakışları, Başbakan’ın sosyoloji mi öğretiyorsun diye bağırırken kızı tarafından toplantıdan çıkarılması (ki aklıma hemen bir çadır yazısını getirdi: Marx, Althusser Gramsci / Diren sosyoloji), İstanbul Büyükşehir’in barikat yapılamasın diye apar topar İnönü’den Beşiktaş’a kadar bütün kaldırım taşlarını söküp yerine beton dökmesi, Dijitürk’ün CNN Int’i kaldırıp CNN Asia koyması, valinin gençlerle yaptığı toplantıdan gençlerin penguen gibi yürüyerek çıkması, annelere çocuklarınızı alın diye çağrılar yapılırken annelerin parka gelmesi (ve Twitter’dan anneannelere çağrıların başlaması), “Chapulling” fenomeni, duvar yazılarını silen belediye işçisinin “Çok tatlısın Tayyeap” yazısını silerkenki müstehzi gülümsemesi, dünyadaki aktivist arkadaşlarımın kıskançlığı, şaşkınlığı, Gezi koroları, Gezi perküsyon grupları, Gezi bostanı, Gezi kütüphanesi, TGB’lilerden sigara isteyip BDP’lilere veren genç.. ben bunları gördüm ya. Gözüm açık gitmez.
Bu yazı, Birikim dergisinin leziz Gezi Özel Sayısı‘nda yayınlanmıştır.